Anlamak Cesarettir: Meal Yasağı Üzerinden Düşünmek
Bir ülkenin en derin krizlerinden biri, insanlarının anlamaktan vazgeçmesi değil, anlamaya cesaret etmemesidir. Türkiye’de meal geleneği oldukça yeni bir gelenektir. Yüzyıllar boyunca insanlar, Kur’an’ı Arapça okuyarak ama içeriğini kavramadan, anlamadan ibadet etti. Dini, kelimeleri tekrarlayarak yaşadılar; o kelimelerin ne dediğiyle ilgilenmediler. Çünkü anlamaya gerek yoktu; ibadet, itaatin ritüeli olarak yeterliydi.
Cumhuriyet’in belki de en cesur hamlelerinden biri, bu sessiz geleneğe bir kırılma getirmesiydi. Meal hareketi, yani Kur’an’ın halkın diline çevrilip anlaşılmaya başlanması, tam da bu dönemde güçlendi. Devlet, dini bireyin anlayabileceği bir şey haline getirmeye çalıştı. Çünkü anlamak, bireysel bilinçlenme demekti. Ve bilinçli birey, aynı zamanda özgür bireydi. Bu, dönemin siyasal tahayyülünün merkezindeydi.
Ancak bugün gelinen noktada, bir geriye dönüş var. Devlet, artık anlamayı değil, anlamadan itaati teşvik eden bir hatta ilerliyor. Bu yalnızca bir sansür politikası değildir; bu, akla, vicdana ve bireysel sorumluluğa karşı sistematik bir siyasettir.
Türkiye’deki meal yasaklarının ardında herhangi bir ilmî kaygı yok. Yani “şu ayeti yanlış çevirmiş, halkı yanıltıyor” gibi bir tartışma yürütülmüyor. Yasaklar keyfi ve siyasidir. Çünkü tehlikeli olan, çevirinin kalitesi değil; çevirinin varlığıdır. Halkın doğrudan anlamasıdır. Yani hedef, meal değil, anlamadır.
Çünkü anlamak demek, sormak, sorgulamak, tartmak demektir. Bu da kontrolün kaybı anlamına gelir. Geleneksel yorumlarda, tasavvuf kaynaklarında geçen uçuk anlatımlar, Kurtubi’nin, İbn Kesir’in kadim tefsirleri, Evliya Çelebi’nin masalsı hikâyeleri, hatta Cübbeli Ahmed’in anlatımları sansürlenmiyor. Çünkü onlar artık belleğin parçası olmuş durumdalar. Tehlikeli olan, güncel ve muhalif bir meal hareketidir.
Bu durum, teolojinin kadim bir sorusunu yeniden hatırlatıyor: “Tanrı neden binlerce yıl önce konuştu da şimdi susuyor?”
Kierkegaard bu suskunluğu insanın özgürlüğüne duyulan saygı olarak yorumlar. Nietzsche’ye göreyse bu, Tanrı’nın ölümüdür. Her iki durumda da sonuç aynıdır: Tanrı adına konuşma tekeli kurulur. Ve sonra bizden bu tek yanlı sözlere “şehadet” etmemiz beklenir.
Ancak: Anlamadığın bir metne şahitlik etmek mümkün değildir. Bu şehadet değil, ritüeldir. Bu iman değil, itaattir. Ve psikolojik karşılığı, infantilizmdir: Anlamadan kabul, sorgulamadan boyun eğiş. Yani çocuklaştırılmış bir dindarlık.
Bu sürecin sonunda birey, anlamaya değil, tekrarlamaya teşvik edilir. Düşünmeye değil, ezberlemeye. Çünkü iktidar, anlamayı değil, kontrolü sever.
Susan Sontag şöyle der:
“Sansür yalnızca kelimeleri hedef almaz; düşünmeyi hedef alır.”
İşte Türkiye’de meal yasağının gerisinde yatan da budur: Dini düşünceyi değil, dini düşünmeyi yasaklamak.
Bugün Türkiye’de meal yasaklanıyorsa, yasaklanan yalnızca bir çeviri değildir. Yasaklanan, anlamaya dair bireysel cesarettir. O yüzden mesele, “hangi meale izin veriliyor” değil; “neden bir meale ulaşmak zorunda kalıyor” sorusudur.
Edit: Oysa başka bir yol mümkün. Eğer gerçekten bir mealde ya da tefsirde ilmi hatalar varsa, bu hataların somut şekilde tespit edilip kamuoyuyla paylaşılması daha yapıcı bir yöntem olurdu. Hatalar listelenebilir, gerekçeleriyle birlikte sunulabilir. Bu, meal yazarlarının daha dikkatli olmasını sağlar. Böyle bir yöntem, sansür değil, düzeltme çağrısıdır. İlmi bir tartışma ve diyalog sansürden daha insanı, vicdani, ahlaki ve bereketlidir.
Yorum gönder