Anlatıların Ölümü Değil, Dağılması: Byung-Chul Han’ın Karamsarlığına Bir Cevap Denemesi
Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu ve Psikopolitika gibi kitaplarında olduğu gibi Anlatının Sonu adlı çalışmasında da modern dünyanın çöküş halindeki anlam evrenini ve insanın giderek yalnızlaşmasını konu edinir. Ona göre artık büyük anlatılar yoktur. İnsan, hikâyesiz kalmış bir varlıktır. Kendi tarihini, kolektif mitolojisini, aşkını, hatta acısını anlatacak bir çerçeveden yoksundur. Bu da onu hem içsel olarak boşaltır hem de dış dünyaya karşı savunmasız bırakır. Han şöyle der:
“Artık kimse bir başka insanı ikna edecek güce sahip anlatılar kuramıyor. Anlatılar yerini enformasyona bıraktı. Anlam yok oldu, sadece veri kaldı.”
Bu ifade güçlüdür, ama aynı zamanda fazlasıyla karamsardır. Çünkü burada anlatının yalnızca dini, ideolojik ya da büyük mitolojik formlarıyla var olabileceği varsayımı vardır. Oysa anlatı dediğimiz şey –ister bireysel ister kolektif olsun– insanın dünyayla kurduğu ilişki biçimidir. Ve bu ilişki biçimi değişmiş olsa da tamamen yok olmuş değildir.
Eskiden anlatı dediğimiz şey daha çok yukarıdan aşağıya inen, merkezî ve buyurgan yapılardı: Dinler, imparatorluk destanları, ulus anlatıları, ideolojiler… İslam da bir anlatıdır, Komünizm de, Fransız Devrimi’nin akıl çağı da, Yahudiliğin Exodus’u da… Ama bu anlatılar çoğu zaman insanları ikna etmekten çok onları hizaya getirmiştir. İkna süreciyle değil, çoğu zaman zorla, propaganda ile, savaşla, kutsallaştırmayla ve düşmanlaştırmayla yürümüştür. Musa’nın anlatısı Sina Dağı’nda yasa ile birlikte inerken, onu sorgulayanlar çölde kaybolmuş; İslam’ın anlatısı Medine’de bir topluluğa dönüşürken aynı zamanda bir siyasi güce evrilmiştir. Komünist anlatı da bir ütopya vadederken milyonların özgürlüğünü değil, kolektif itaati istemiştir.
Yani büyük anlatılar her zaman iyi midir? Herkese adalet mi getirmiştir? Hayır. Belki de artık anlatının kaybından değil, zalim anlatıların mecburiyetinden kurtulmuş olmaktan söz etmeliyiz.
Bugünün dünyasında enformasyon sayesinde artık herkes bir anlatıyı sorgulayabilir, dışında kalabilir ya da kendi anlatısını kurabilir. Bu elbette baş döndürücü bir özgürlüktür ama aynı zamanda yorucudur. Han bunu bir parçalanma olarak görür. Fakat belki de bu bir alışma sürecidir.
Bugün artık herkesin kendi küçük anlatısı var. Bu anlatılar bazen bir YouTube kanalında, bazen bir mahallenin sokak röportajında, bazen bir podcast’te, bazen küçük bir sivil toplum hareketinde yaşıyor. Bunlar görünüşte küçük, ama bir araya geldiklerinde büyük bir yeni hikâyenin parçaları olabilirler.
Black Lives Matter (ABD’deki sistematik ırkçılığa ve polis şiddetine karşı yükselen, özellikle siyahi toplulukların adalet arayışını temsil eden hareket) bir anlatıdır.
Fridays for Future (İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg öncülüğünde başlayan, gençlerin iklim değişikliğine karşı yürüttüğü küresel grev hareketi) bir anlatıdır.
Kadın hakları, hayvan hakları, çocuk hakları gibi kavramlar artık sadece talepler değil, aynı zamanda modern anlatılar hâline geliyor. Bazen BM gibi kuruluşlar bu anlatılara kurumsal bir zemin sağlıyor. Bazen de bireyler yalnızca kendi deneyimlerinden yola çıkarak bu anlatıları büyütüyor.
Sosyal medya bu açıdan sadece bir gösteri alanı değil, aynı zamanda mikro anlatıların birbirine değdiği, birbirine ses verdiği bir ortamdır. Artık herkes kendi hikâyesini anlatma hakkına ve imkânına sahiptir. Ve belki de ilk kez, bu kadar çok insanın kendi hikâyesini kurabildiği bir çağdayız.
Evet, bir boşluk hissi var. Ama bu boşluk, eski anlatıların despotluğunun ardından gelen bir sessizlik değil; daha çok yeni bir dili öğrenmeye çalışan kalabalıkların, cümle kurmaya çalışan özgür bireylerin sessizliğidir. Yeni anlatı, eski büyük anlatılar gibi merkezî, baskıcı, tek sesli olmayacak. Parçalı, çoğul, yer yer çelişkili ama daha insani olacak. Daha kapsayıcı, daha esnek olacak.
Byung-Chul Han’ın karamsarlığı, geçmişin düzenine duyduğu bir nostaljiden besleniyor. Ama insanın bugünkü yalnızlığı, bugünkü şaşkınlığı aslında ilk kez sahip olduğu muazzam bir özgürlükten doğuyor. Belki de bu yüzden anlatı ölmedi. Sadece yer değiştirdi. Sahnesi değişti. Aktörleri çoğaldı.
Bugün aslında biz, sadece kendi hikayemizi anlatmayı değil, daha büyük, daha evrensel, daha kozmolojik bir anlatıyı birlikte inşa etmeyi öğreniyoruz.
Yorum gönder