Şimdi yükleniyor

Balkonsuz, Odasız, Neşesiz Hayatlar

Küçük evlere, sıkışmış hayatlara ve incinmiş çocukluğa dair bir deneme

Bu gece spor salonunda, antrenmandan sonra buhar odasına girdim. Ne zaman oraya girsem, yorgunluğun buharla karıştığı o dar alanda insanların daha açık, daha kırılgan olduklarını hissediyorum. O gün de öyle oldu. Yanımda oturan genç bir çocuk, sohbet arasında yaşımı sordu. Altmış dedim. Gülerek, “Abi, 45 anca gösteriyorsun,” dedi. Gülümsedim. “Aslında 45’im,” dedim. Sanki içini dökmek için fırsat kolluyormuş da, o cümle bir kapı aralamış gibiydi.

“Abi,” dedi, “sırtımda takoz var, ameliyat olmam lazım. 12-13 tane vida takacaklar. Okulu bıraktım, çalışıyordum. Bir aydır işi de bıraktım. Artık eve yük olmaya başladım. Evde beni çekemiyorlar.”

O cümle, “Evde beni çekemiyorlar,” kalbimin orta yerine oturdu. Önce hiçbir şey söyleyemedim. Sonra, benim yaşımdakiler adına özür diledim. Çünkü aynı şeyi biz de yapıyoruz. Spor salonunda bile yapıyoruz. Gençler biraz gülse, biraz şakalaşsa hemen kızıyoruz. Neye kızdığımızı da çoğu zaman bilmiyoruz. Öfkemizin sebebi biz değilmişiz gibi davranıyoruz, dedim.

Dedim ki ona, “Çocukluğunu yaşa. İnsan her zaman 17 yaşında olmuyor. Bir daha 17’yi yaşamayacaksın, tadını çıkar, ama tadında.”

Sonra düşündüm. Bizim de benzer hikayelerimiz var. Biz de yaşayamadık ki o yaşları. 15 yaşını, 17 yaşını, 20 yaşını çalışarak geçirdik. Okurken bile yoksulduk. Şımarmaya vaktimiz olmadı. Zaten şımartacak kimse de yoktu. Birçok şeye çok geç sahip olduk.

Ve itiraf edeyim, bu yüzden gençlik bazen bizde öfke yaratıyor. Kıskanıyoruz belki. Ama dile getiremiyoruz. Çünkü ayıp. Çünkü yetişkin olmanın, baba olmanın, abi olmanın kendine göre bir rolü var.

Ama aslında biz de aynı evlerdeyiz. Küçücük evlerde, üç çocukla, beş kişiyle… Anne baba olmaya çalışıyoruz, eş olmaya çalışıyoruz, abi-kardeş olmaya, hatta bazen sadece kendimiz olmaya çalışıyoruz. Ama o evler yetmiyor bize. Fiziksel olarak değil sadece, ruhsal olarak da dar geliyor.

Ve istemeden birbirimize fazlalık gibi davranıyoruz. Birbirimizin yüküymüşüz gibi.

İşte bu yüzden, ben o çocuğa cevap verirken, aslında kendime de konuşuyordum. O dar evlerde çocukların özel alanı yok. Eşlerin mahremiyeti yok. Gece geç saatlerde yorgun argın sarılmak istiyorsun mesela… Ama o an bile sessiz olmak zorundasın. Sonra utangaç bir ses soruyor: “Acaba çocuklar duymuş mudur?”

İşte biz böyle büyüdük. Ve böyle büyütüyoruz.

Belki de bütün bu öfke, bu sessizlik, bu mesafe… aslında bu darlığın içinden sızıyor. Kendi çocukluğumuzun eksikliğini, başkalarının çocukluğuna fatura ediyoruz.

Ben bu gün, buharın içinde bir çocukla konuşurken, içimdeki çocukla da konuştum.

O buhar odasında başlayan konuşmayı, şimdi burada, bu yazıyla bitiriyorum. Rukneddin ile konuşmamız ise bir süre daha sürecek gibi.