BENLİĞİN ÜÇ YÜZÜ: HAYAL EDİLEN, YAŞANAN, KABUL EDİLEN
““Gömleğin ilk düğmesi, insanın kendisiyle kurduğu ilişkidir.” Rubikon
🌑 I. Hayal Edilen Benlik
“Kendim hakkında düşündüğüm şey, kendim değildir.”
İnsan, düşünceyle kendisini çizer. Ama bu çizim, çoğu zaman var olandan değil, eksik olanın hayalinden yapılır.
“Olduğum gibi olmak” yetmez insana; çünkü olamadığına dönük bir sızısı vardır.
İşte bu sızı, hayal edilen benliği yaratır.
Bu benlik, hatasızdır. Cesurdur. Zayıfken bile vakarını korur.
Affeder, ama ezilmez.
Talep eder, ama arsız değildir.
İşte bütün bu özellikler, eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerin hayali telafisidir.
Hayal edilen benlik bir tür içsel propagandadır.
İdeolojisiz ama gayet politik bir çaba: kendimize, kendimizi onaylatma savaşı.
Çünkü bilinç, varoluşun çıplaklığına nadiren dayanabilir.
Bu yüzden hayal ettiğimiz benliği, bir perde gibi öne asarız.
Ama bu perde, ilk darbede yırtılır.
Bir gün…
Bir öfke patlaması, bir başarısızlık, bir terk ediliş, bir korku, bir yara —
O hayali benliğin yüzünü çizer.
Ve ilk kez çıplak benlikle göz göze geliriz.
🔍 Kendimize Yakalanmak, Kendimize Hayal Kırıklığı Olmak
İnsan bazen bir aynaya değil, bir an’a yakalanır.
Bir tepki anı, bir kaçış, bir inkâr, bir bencillik…
Ve o anda olur:
Kendimize yakalanırız.
Hayal ettiğimiz benlik, o anın içinde susar.
Gerçek benliğimiz konuşur — ya da kaçamaz.
Ve insanın başına gelebilecek en incelikli utanç budur:
Kendine hayal kırıklığı olmak.
Başkalarının bize kırılması tanıdıktır.
Ama kendimizin, kendimize karşı duyduğu bu kırgınlık…
Ne bağırır, ne savunur — sadece içeride bir perde iner.
O günden sonra artık sadece dış dünyayla değil,
kendi içimizdeki itirazsız ama unutmayan tanıkla da yaşarız.
Ama belki tam da o anla başlar, benliğin gerçeğe eğilmesi.
Hayalin kabuğu çatlamadan, hakikat kabuğun altına sızmaz.
🌒 II. Yaşanan Benlik
“Kendime dair kurduğum anlatının içinde değilim. Onun hemen kıyısındayım.”
Yaşanan benlik, her sabah uyanan, susan, bekleyen, yanlış yapan, bazen utanıp bazen unutup bazen de inkâr eden taraftır.
Hayal edilen benlik bir idealdir, bir sahne düzenidir.
Yaşanan benlik ise sahnenin arkasıdır: ter, yorgunluk, aksayan replikler, kırılan aksesuarlar…
Bu benlik, çoğu zaman “ben bu değilim” dediğimiz hâlimizdir.
Ama işte tam da o yüzden: bizim en gerçek hâlimizdir.
Çünkü davranış, düşünceden daha sadıktır.
Biz kendimizi nasıl görmek istiyorsak öyle düşündüğümüzü sanırız.
Ama yaşadığımız ve yaşattığımız şey, her zaman başka bir gerçeği anlatır.
Bu benlik, hatırladıklarımızdan çok, unuttuklarımızda saklıdır.
Kendimizi nasıl savunduğumuz değil, nerede sustuğumuz anlatır bizi.
Neye öfkelendiğimiz değil, neye tahammül ettiğimiz…
Bu benlik, yola çıkmak isteyen ama yerinden kalkmayan bir beden gibidir.
Ya da vicdanı olduğunu düşünen ama vicdanı harekete geçmeyen bir bilinç.
Kimi zaman biz bile bu benliğe öfke duyarız:
“Ben böyle biri olmamalıydım!”
Ama oluruz.
Çünkü hayal ile gerçek arasındaki en zor eşik, kabul eşiğidir.
Ve bu eşikten, çoğu zaman tek başımıza geçemeyiz.
🌕 III. Kabul Edilen Benlik
“Yaralı tarafıma dokunmadan iyileşemem.”
İnsan, yaşadığı benlikle yüzleştikten sonra iki yola sapar:
Ya kendine öfkelenir — ya kendini dinler.
İlki kolaydır, tanıdıktır.
İkincisi ise sabır, dikkat ve sessizlik ister.
Kabul, zayıflıkla barışmak değildir.
Kabul, zayıflığı inkâr etmemektir.
Çünkü insan, kendi eksikliğini kabul etmeden bütün olamaz.
Kendi çelişkilerini sahiplenmeden derinleşemez.
Kabul edilen benlik, ne kusursuzdur ne de tamamlanmış.
Ama artık parçalarını reddetmez.
Bir yanıyla inanan, bir yanıyla şüphe eden…
Bir yanıyla merhametli, bir yanıyla kıskanç…
Bir yanıyla dürüst, bir yanıyla korkak…
Bunların her biri, artık mahkûm değil, tanınmış öznedir.
Ve işte bu tanıma hâli — öz-şefkatin doğduğu yerdir.
Yani insanın kendine merhem olabildiği ilk yer.
Bu benlik, artık hayal edilen benliğe öykünmez.
Ama ona neden ihtiyaç duyduğunu anlar.
Bu benlik, yaşanan benliğe daima mahkûm değildir.
Ama onun neleri taşıdığını görür, yükü hafifletmeye çalışır.
Kabul, kendini affetmek değildir.
Affedilecek bir suç varsa bile, ondan önce gelen bir şeydir:
Kendine tanıklık etmek.
İnsan, diğerlerini nasıl gördüğünü sanırken, aslında kendini görme biçimini yansıtır.
Kendine sert olan, başkasına adaletli davranmaz; kendine şefkatsiz olan, başkasının acısını ölçemez.
Çünkü insan, dünyayla kurduğu ilişkiyi ilk olarak kendi içinde öğrenir.
Tüm ilişkiler, bir gömleğin düğmeleri gibidir.
Ve ilk düğme, insanın kendiyle kurduğu ilişkidir.
Bu düğme yanlış iliklenirse, geri kalan her şey kayar.
Sevgi, güven, merhamet… hepsi birer yansıma hâline gelir.
Kendini affedemeyen, kimseyi affedemez.
Çünkü affetmek, önce içteki sessiz mahkemenin kararına bağlıdır.
İnsan, kendini yargılamaktan vazgeçtiği gün değil;
yargılamadan da görebildiği gün başlar kendini kabul etmeye.
Ve belki, tam da o gün başlar dünyayı yeniden kurmak:
Ne ideal benlikte, ne yaşanmış çelişkilerde…
Ama gerçek, çıplak, onarılabilir bir kendilikte.
İnsan kendini yeniden kurarken, cezalandırmak yerine anlamayı; bastırmak yerine dinlemeyi; reddetmek yerine sevmeyi seçerse, bir benlik değil bir bütünlük inşa eder.
Yorum gönder