Şimdi yükleniyor

Bir Düşünce Denemesi

İnsana dair bütün anlatılar, bilinçli ya da farkında olmadan, onu bir yere yerleştirmeye çalışır: Dünya’ya, ruhun içine, Tanrı’nın karşısına ya da evrenin tam ortasına. Fakat en büyük yanılgımız belki de bu yerleştirme çabasıdır. Çünkü insanı doğanın bir parçası olarak görmek bile eksik bir bakıştır; parça olmak ayrılık içerir. Oysa insan doğanın içinden değil, doğanın ta kendisidir. Yeryüzünde yaşayan bir misafir değiliz; bu gezegenin, bu kozmosun, bu elementlerin bilinç kazanmış hâliyiz.

Son zamanlarda sık duyulan bir cümle var: “İnsan yıldız tozudur.” Bilimsel olarak bu doğrudur; insan bedenindeki demir, kalsiyum, oksijen, karbon gibi elementlerin ilk üretildiği yer yıldızların çekirdeği ve süpernovalardır. Ama bu cümle tuhaf bir romantizmle söylenir; sanki insan başka bir kaynaktan gelmişken üzerine yıldız tozu serpilmiş gibi. Bu bakış, dünyayı sanki evrenden bağımsız bir mekânmış gibi düşünür. Oysa insan da, dünya da zaten başından beri yıldızdır; çöküp yeniden doğmuş bir yıldızın devamıdır. Demirin kanımızda olması bizi evrenden ayırmaz; tam tersine evrenle aramızdaki sınırı ortadan kaldırır.

Demirin yıldızlarda oluştuğu bilgisi bazen metafizik bir süs olarak teolojiye ya da felsefeye yapıştırılıyor. “Kanımızdaki demir gökten geldi” deniyor; sanki gök başka, insan başka bir tür maddeymiş gibi. Ama gerçek daha yalın ve sarsıcıdır: Göğe ait, yere ait, insana ait diye bir ayrım yok. Maddenin kökenine dair bütün bilgiler, bizi ayrıcalıklı değil, bağlı kılar. Dünya evrenden kopmuş bir ada değildir; evrenin kendi iç hareketidir. Biz dünyaya sonradan gelmiş değiliz; dünya bizde düşünceye, kanda dolaşıma, gözde görmeye dönüşmüştür.

Teoloji çoğu zaman insanı göğün merkezine yerleştirir; modern felsefe ise insanı bazen Tanrı’nın ölümüyle baş başa, yalnız bir özne olarak bırakır. Popüler bilim ise bir tür şiirsellik üretir: “Yıldız tozu taşıyoruz.” Evet, taşıyoruz; ama bu bizi özel yapmaz. Asıl özel olan, hiçbir şeyin bizden ayrı olmadığını fark ettiğimiz andır. Demir sadece kandaki bir molekül değil; toprağın rengi, Mars’ın pası, meteoritin soğuk yüzüdür. Aynı madde hem gezegende, hem kanda, hem düşüncede dolaşır.

Belki de mesele şudur: İnsan evrenin neresindedir sorusunun cevabı bir koordinat değildir. İnsan evrenin içinde değil; evren, insanda kendini düşünmeye başlamıştır. Hegel’in diliyle, tin kendi üzerine eğilmiş, kendini fark etmeye başlamıştır. Spinoza’nın diliyle, doğa Tanrı’dan ayrılmaz; Tanrı doğadır, doğa insanda nefes alır. Modern kozmolojinin diliyle, her atom başka bir yıldızın külleriyle akrabadır. Ve bütün bu ifadelerin söylediği şey şudur: İnsan uzayın misafiri değil, uzayın biçim değiştirmiş hâlidir.

Bu nedenle insanın kanında demir bulunması evrenin kendini tekrar etme biçimidir. Aynı demir, bir zamanlar bir yıldızın çekirdeğinde yanıyordu; şimdi kandaki hemoglobine bağlı hâlde akciğerlerde oksijenle buluşuyor ve kalbin her atışıyla bütün bedene dağılıyor. Aynı element, farklı formlarda dolaşıyor. Ne demir kutsaldır, ne insan özel. Ama aralarındaki bağ gerçek, özel anlatılardan daha sahicidir.