Şimdi yükleniyor

Canı Sıkılanlar Cemiyeti

Şairler, Filozoflar, Seyyahlar, Aşıklar, Deliler ve Sarhoşlar Üzerine Bir Deneme

”Sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var.
Gözleri bilançolar, manzumeler, ilamlar,
Romanslar, sevgi talan mektuplar, makbuzlara
Sarılı gür saçlara dolu bir büyük masa,
Saklamaz daha çok sır üzüntülü kafamdan,
Bu bir ehram, bir mahzen, öylesine kocaman,
Fakirler çukurundan daha çok ölüleri,…” Charles Baudelaire


Can Sıkıntısının Anatomisi

Can sıkıntısı, boşluk değil, bastırılmış bir fazlalıktır. İnsan, hiçbir şey yapmadığı için değil, yapabileceklerinin ağırlığını taşıdığı için sıkılır. Sanki içimizde bin kişilik bir kalabalık vardır da, hepsi birden kapıya dayanmış ama biz anahtarı bulamamışız gibi.

Gündelik dilde küçümsenir can sıkıntısı. Sanki geçici bir hâl, çocukça bir naz gibi. Oysa “canı sıkılmak” ifadesi bile dikkatle incelendiğinde farklı bir derinlik taşır. Zihni değil, kalbi değil, doğrudan “canı” hedef alır. Can dediğin ise bedenin içine konmuş görünmez bir seyyah gibidir — sıkıldığında yerinde duramaz, beden dar gelir, dünya dar gelir.

Can sıkıntısı, zamanla ilgilidir ama zamansızdır da. Saatin tik taklarıyla değil, varlığın kendi içinde duyduğu yankıyla ölçülür. Bekleyişin zamanı değil, beklenenin kaybolduğu andır sıkıntı. İçten içe “burada olmamalıydım” duygusu baş gösterir ama nereye gitmesi gerektiğini de bilmez insan.

Ve en çok da şu hissi taşır içinde:
“Hayat geçiyor ama ben geçemiyorum.”

Bu nedenle şairin canı sıkılır; çünkü şiir bir kurtuluş değil, gecikmiş bir çığlıktır. Ressamın canı sıkılır; çünkü tuval ne kadar geniş olursa olsun, içindeki manzaranın ancak gölgesini yansıtır. Filozofunki sıkılır; çünkü soru çoğalır ama yanıt, hep susar.

Martin Heidegger, sıkıntıyı “varlığın geri çekilmesi” olarak tanımlar. Ona göre sıkılan insan, dünyadan kopmaz; aksine dünyayla kurduğu yüzeysel ilişkinin çöküşüne tanıklık eder. Yani sıkılmak, görünenin ardındaki görünmeyene dikkat kesilmektir.


Yaratıcılık ve Sıkıntı: Aynı Karanlıkta Beslenmek

Yaratıcılık, çoğu zaman dışarıdan bir ilham gibi görünür. Oysa içeride başlar her şey. Ve o içerideki ilk kıvılcım çoğunlukla bir huzursuzluktur — adı bazen sıkıntıdır, bazen boşluk, bazen de kelimesiz bir bunalım.

Can sıkıntısı, birçokları için kaçılacak bir haldir; ama bazıları onu içer, sindirir, yavaşça şekillendirir. Yaratıcı kişi sıkıntıyı öldürmez, onu dönüştürür. İşte bu yüzden şairler, ressamlar, filozoflar, deliler ve seyyahlar aynı cemiyettedir. Hepsi dünyaya ait gibi görünse de, dünyaya sığmazlar. Çünkü içlerinde bitmeyen bir itiraz vardır: Bu kadar mı? Bu muydu?

Bir şiir, bazen sırf başka hiçbir şey yapılamadığı için yazılır.
Bir tablo, insanın hiçbir yere varamamasının resmidir.
Bir felsefi sistem, hiçbir şeyin yetmediği bir dünyaya “yine de düşüneceğim” demenin cesur karşılığıdır.

Sıradan insan sıkıldığında oyalanır; yaratıcı insan sıkıldığında oyunu icat eder.
Sıradan insan sıkıldığında susar; yaratıcı insan sıkıldığında yeni bir dil kurar.
Sıradan insan sıkıntıyı unutur; yaratıcı insan ona şekil verir, ad koyar.

Cioran şöyle der:

“Can sıkıntısı, cennetten düşmüş meleğin başına gelebilecek en hafif şeydir.”

Bu yüzden yaratıcı kişi biraz delidir; deliler biraz şairdir; şairler biraz sarhoş, biraz seyyah, biraz da filozof…
Ve belki hepsi bir noktada aynı kişidir:
Sıkıntının kıyısında yaşayan ama içine düşmekten korkmayan kişi.


Modern Zamanlarda Sıkılmak: Nimet mi, Lanet mi?

Bugün artık kimsenin canı sıkılmasına izin yok. Ekranlar, bildirimler, içerikler, reklâmlar… Her şey insanı oyalamak için. Bir boşluk doğmasın, bir duraksama olmasın, kişi kendini ya da yaşadığını fark etmesin diye.

Modern insanın canı sıkılmıyor değil, sadece sıkıldığını fark etmeye vakti olmuyor. Çünkü can sıkıntısı, sessizlik ister. Boşluk ister. Aynayla baş başa kalmak ister. Ve bugünün dünyasında insanın en çok kaçtığı şey, kendi yansısıdır.

Pascal, yüzyıllar önce şöyle uyarıyordu:

“İnsanın tüm mutsuzluğu, bir odada tek başına duramamasından kaynaklanır.”

Bugün bu yalnız kalamama hâli, sıkıntıyı bastırmak için değil, tamamen yok etmek için örgütlenmiş bir uygarlık haline geldi. Ama ne kadar bastırılsa da, insan hâlâ arar: kendini, anlamı, öteyi. Bu arayışın ilk belirtisi bazen tek bir şeydir: can sıkıntısı.

Belki de bu yüzden, sıkılan insan hâlâ umut vericidir. Çünkü her şeye rağmen ruhu hâlâ boşlukla temas kurabiliyor demektir. Her şeyin anlamını yitirdiği bir çağda sıkılmak, hâlâ anlam aradığını gösterir. Ve bu başlı başına devrimcidir.