CUMHURİYETİN DE, DEMOKRASİNİN DE, BARIŞIN DA, İSLAMIN DA: SİYASAL İSLAM’LA BÜYÜK İMTİHANI
“İktidar, sadece elde edilen bir şey değil; kendini haklı çıkarma biçimidir. Her iktidar, diğer tüm iktidarları haksız sayar, kendi varlığını doğrulamak için her türlü ahlaksızlığı meşrulaştırır.”
— Friedrich Nietzsche
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), 2002 yılında iktidara geldiğinde, sadece yeni bir siyasi aktör olarak değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in laik modernleşme çizgisine karşı “toplumun içinden yükselen bir İslami itiraz” olarak görülüyordu. Bu itirazın yanında ve ardında, Türkiye’nin çok katmanlı dini yapıları —özellikle Nurcu, Süleymancı, Menzilci, İsmailağa gibi cemaatler— hem siyasi destek hem de meşruiyet zemini olarak yer aldı. Bu ittifakın özünde, Cumhuriyet elitizmine karşı dindarların dayanışması vardı. Ancak bu ittifak zamanla çözülmekle kalmadı; yerini bastırma, kriminalize etme ve tasfiye süreçlerine bıraktı.
AK Parti, ilk on yılında dini yapılarla kurduğu simbiyotik ilişki sayesinde tabanını konsolide etti, devletin sert kurumlarını yumuşattı ve bürokrasiye, yargıya, eğitime, güvenlik aygıtlarına kendi kadrolarını yerleştirdi. Bu süreçte en görünür ortak, Fethullah Gülen cemaatiydi. Ancak 2010 sonrası başlayan güç mücadelesi, 2013’teki yolsuzluk operasyonları ve 2016’daki darbe girişimiyle bu ilişki savaş düzeyine taşındı. AK Parti, Gülen cemaatini sadece “darbe planlayan bir yapı” olarak değil, aynı zamanda diğer tüm dini yapıların da gözünü korkutacak bir örnek olarak hedefe koydu. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıydı: Dindar kimliğe sahip olan ama devlete “biat etmeyen” her yapı, potansiyel tehdit sayılacaktı.
İçeride bu tasfiye süreci yaşanırken, dışarıda bambaşka bir İslamcı ilişki ağı kuruluyordu. Arap Baharı ile birlikte AK Parti, Ortadoğu’da yükselen İslamcı dalganın siyasi temsilcisi olma iddiasına soyundu. Libya’da, Suriye’de, Yemen’de, Lübnan’da ve Mısır’da doğrudan ya da dolaylı biçimde cihadist yapılarla kurulan ilişkiler; MİT ve TİKA gibi devlet organlarının bazı gruplara maddi, lojistik ve istihbari destek verdiği iddiaları; silah sevkiyatları, militan transferleri ve hatta maaş ödemelerine kadar uzanan bir dizi pratik, Türkiye’nin “İslamcı ulusötesi” bir merkez haline geldiği yorumlarına yol açtı.
Silah sevkiyatına ilişkin Diken haberi (2015)
MİT TIR’ları davası – BBC Türkçe
SADAT ve paramiliter ilişkiler – DW Türkçe
Bu noktada çelişki daha da görünür hale geldi: AK Parti, dışarıda radikal ya da silahlı İslamcı yapılarla iş birliği yaparken; içeride geleneksel tarikatları, selefi akımları ve hatta kendi içinden çıkan bazı dini grupları baskılamaya, kontrol altına almaya ya da tamamen etkisiz hale getirmeye yöneldi. Süleymancılar gibi yapıların yurtlarına baskınlar düzenlendi, yurt dışındaki okulları kapatıldı, kamu kurumlarında bu yapılarla bağı olanlar görevden alındı.
Süleymancı yurtlarına baskın – Cumhuriyet Gazetesi (2023)
Süleymancıların Almanya’daki okullarına kapatma – Euronews (2022)
Menzil cemaati ile dönemsel ittifaklar kurulsa da, zamanla bu yapılar da bürokrasiden çekilmeye zorlandı. İsmailağa cemaati, hem içindeki hizip çatışmaları hem de siyasi bağımsızlığı nedeniyle uzun süre vesayet altına alınmak istendi. Kimi zaman doğrudan polis operasyonları, kimi zaman medya kampanyalarıyla bu yapılar toplum gözünde “şüpheli dini yapılar” olarak kodlandı.
Menzil Cemaati’nin bürokrasiden çekilmesi – Bianet (2023)
Bu manzara, AK Parti’nin artık bir İslamcı hareket değil, devleti kendi çıkarlarına göre şekillendiren bir güç merkezi haline geldiğini gösteriyor. İslamcı kimliğin meşruiyet aracı olarak kullanılması, ama sahici bir dini çoğulculuğa ya da özerkliğe izin verilmemesi, bu dönüşümün en belirgin göstergesi. Diyanet, bu sürecin kurumsal ayağı haline getirildi. Bütün dini söylemler, hutbeler, kitaplar, faaliyetler merkezi bir denetime bağlandı. Bu, sadece siyasal bir baskı değil; aynı zamanda İslam’ın devlet eliyle yeniden tanımlanması anlamına geliyordu.
Siyasal İslam’ın İslam’dan en önemli farkı burada beliriyor: İslam’da Tanrı ile devlet ayrı alanlardır. Siyasal İslam ise Tanrı’yı devlete indirgeyerek, devleti kutsallaştırır. İktidar, dini tefekkürün alanı değil, kutsalın zorunlu tecellisi olarak kodlanır. Bu zihniyetle devlete muhalefet, Allah’a isyanla eşdeğer hâle gelir. İşte bu yüzden iktidarla yolları ayrılan her dini yapı, bir anda “hain”, “fitne”, “paralel” ya da “ajan” ilan edilebilir.
Bu örüntü yalnızca dini yapılarla sınırlı kalmadı. AK Parti’nin politik pratiğine yakından bakıldığında, neredeyse tüm müttefiklerinin belirli bir eşikten sonra tasfiye edildiği görülüyor. Yola çıkarken liberal entelektüellerle yan yana yürüdü, sol çevrelerle geçici ittifaklar kurdu, Kürt hareketiyle çözüm sürecine girdi, Avrupa Birliği ile tam üyelik söylemi geliştirdi, cemaatlerle ve tarikatlarla iç içe geçti. Ancak bu yapıların her biri, AK Parti’nin iktidarını tahkim etmesinden sonra birer birer “işlevsiz ortak” konumuna düşürüldü.
Liberaller önce susturuldu, sonra dışlandı. Solcular önce meşrulaştırıldı, sonra kriminalize edildi. Cemaatler önce palazlandırıldı, sonra terör örgütü ilan edildi. Kürtlerle çözüm süreci önce siyasal kazanım sağladı, sonra sonlandırıldı. Avrupa Birliği bir zamanlar demokrasi ve reformun meşruiyet kaynağıyken, bir noktadan sonra “Batı emperyalizmi” söylemiyle dışlandı.
Çözüm sürecinin bitişi – BBC Türkçe (2015)
AB sürecinin çöküşü – Deutsche Welle (2020)
Bu bağlamda AK Parti’nin siyasal ilişkileri “ittifak”tan çok “taktiksel kullan-at” ilişkileridir. Güç dengesi el verdiği sürece yakın durduğu her kesimi, gerektiğinde bir sarf malzemesi gibi sistem dışına itmiştir. Bu tavır yalnızca iç siyasette değil, dış politikada da kendini göstermiştir. Avrupa Birliği ile yürütülen müzakereler, yalnızca içerdeki vesayeti zayıflatmak için bir basamak olarak görülmüş; hedef gerçekleştikten sonra ilişki askıya alınmıştır. NATO, Batı ittifakı, ABD, hatta Katar gibi partnerler bile bu pragmatik zihniyetin zamanla yaşadığı mesafelenmenin parçası haline gelmiştir.
Bugün Süleymancı cemaati hakkında yeniden konuşulan operasyon ihtimali, bu örüntünün bir devamıdır. Siyasi olarak zayıflayan AK Parti, hem toplumsal meşruiyetini hem de dini tekeline aldığı “millî İslam” modelini korumak adına, bağımsız hareket eden tüm dini yapıları tasfiye etmek istemektedir. Oysa bu yapıların pek çoğu, AK Parti’yi iktidara taşıyan halk tabanının manevi temsilcileri olmuştu. Şimdi o halkın hafızasında, bir cemaatin veya tarikatın “örgüt” muamelesi görmesiyle, yurtdışındaki radikal gruplara verilen destek arasındaki derin çelişki gitgide daha fazla yer etmektedir.
Bu metin, AK Parti’nin iki cephede yürüttüğü İslam stratejisinin ahlaki bir bilançosudur. Dışarıda müttefik, içeride düşman arayışı; sonunda sadece dini yapıların değil, toplumun ruhunun da tahribine yol açmaktadır. Devleti güçlendirme adına inancı araçsallaştıran her siyasi proje gibi, bu da sonunda inancı da, siyaseti de tüketen bir döngüye dönüşmektedir.
Yorum gönder