Şimdi yükleniyor

“DAHA ADİL BİR DÜNYA MÜMKÜN” KİTABININ MR SONUCU

“İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu si ze dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister.” E. M. Cioran

Biraz bilgi, biraz görgü, biraz da sezgiyle bir kitabın tahlilini yapmak istiyorum.

“Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın küresel adaletsizliklere, uluslararası sistemdeki dengesizliklere ve özellikle Birleşmiş Milletler yapısındaki çarpıklıklara karşı tezlerini dile getirdiği bir metindir. Bu kitabı tahlil ederken bilgi, görgü ve sezgi üçlüsüyle ilerlemek istiyorum.

1. Bilgiyle Yaklaşım: Kavramsal ve Tarihsel Çerçeve

Burada yapmaya çalışacağım şey, Erdoğan’ın ileri sürdüğü fikirlerin kuramsal temelini ve dünya sistemine dair analizlerini objektif şekilde ortaya koymak:

  • Kitapta geçen “Dünya beşten büyüktür” sloganının tarihsel bağlamı nedir? BM Güvenlik Konseyi’nin yapısal işleyişi, veto sistemi ve bu sistemin dünyadaki adaletsizliklerdeki rolü nasıl?
  • Kitapta sıkça değinilen mazlum halklar, göçmen krizleri, İslamofobi, Batı merkezcilik gibi konular hangi politik gerçekliklere dayanıyor?
  • Erdoğan’ın tezleri, küresel Güney’in eleştirileriyle örtüşüyor mu? Mesela Latin Amerika ya da Afrika’daki liderlerin benzer söylemleri var mı?

Bu kısımda hem kitabın söylediklerine dair doğrulayıcı ya da eleştirel bilgi sunabiliriz hem de başka siyasal teorilerle karşılaştırmak istiyorum.

2. Görgüyle Yaklaşım: Tecrübenin ve Gözlemin Payı

Burada sorulması gereken soru şu:
Erdoğan’ın sözünü ettiği adaletsizlikleri, Türkiye olarak gerçekten ne kadar yaşıyoruz ve bu adaletsizliklerle mücadelede nasıl bir sınav veriyoruz?

  • Türkiye’nin dış politikasında söylenenle yapılan arasında nasıl bir ilişki var?
  • Türkiye’nin mülteci politikası, Afrika açılımı ya da BM’deki pozisyonu bu sözleri destekliyor mu?
  • Görgü dediğimiz şey, yurttaş olarak yaşadığımız ya da gözlemlediğimiz çelişkileri de kapsar: İçeride adalet talebiyle dışarıdaki adalet talebi arasında bir tutarlılık var mı?

Bu aşamada okuyucu olarak sizin yaşadıklarınız ve gözlemleriniz devreye girer: Bu kitabı bir AKP seçmeni olarak mı okuyorsun, bir küresel vicdan arayıcısı olarak mı, yoksa her ikisi olarak mı?

3. Sezgiyle Yaklaşım: Alt Metin ve Söylem Analizi

Bu düzeyde artık kitabın söylediklerinin ötesine geçip neden böyle söylendiğini, kiminle konuştuğunu, hangi rolü benimsediğini anlamak ve anlatmak istiyorum.

  • Erdoğan bu kitapta hangi kimliğiyle konuşuyor? Bir lider, bir mağdur, bir kurtarıcı, bir baba figürü, bir dava adamı mı?
  • Kitabın dili nasıl? Destansı mı, yalın mı, çağırıcı mı, kutuplaştırıcı mı?
  • Sık sık kullanılan kelimeler ya da metaforlar neler? “Mazlum”, “zulüm”, “sessizlerin sesi”, “medeniyet”, “barış”, “adalet”… Bu kavramlar sadece tanımlayıcı mı yoksa inşa edici mi?

1. Adalet Söylemi ile İktidar Pratiği Arasında Çatışma

Recep Tayyip Erdoğan, Daha Adil Bir Dünya Mümkün kitabında küresel ölçekte bir vicdan çağrısı yapar. Birleşmiş Milletler sistemini, Batı merkezli çıkar ağlarını, sömürgeci refleksleri ve uluslararası adaletsizlikleri hedef alır. Bu dil, ilk bakışta haklıdır. Gerçekten de dünya sistemi, beş ülkenin vetosuna teslim edilmiş çarpık bir yapıdır ve bu yapı, yoksulların, mültecilerin, mazlum halkların sesini duymaktan uzaktır.

Ancak Erdoğan’ın bu adalet söylemi, kendi iktidar pratiğiyle karşılaştırıldığında çatışmalı, tutarsız ve çoğu zaman ironik bir hâl alır. Türkiye’de son yirmi yılda yaşananlara bakıldığında:

  • Yargı, yürütmeye bağımlı hale getirilmiş, AYM ve AİHM kararları uygulanmaz olmuştur.
  • Medya büyük oranda iktidarın kontrolüne geçmiş, eleştirel sesler ya bastırılmış ya da itibarsızlaştırılmıştır.
  • Toplumun bir bölümü sistematik biçimde “hain”, “terörist”, “ahlaksız” gibi sıfatlarla yaftalanmıştır.
  • Sivil toplum örgütleri, üniversiteler, sendikalar ve meslek odaları baskı altına alınmıştır.

Bütün bunlar, Erdoğan’ın küresel ölçekte savunduğu “adalet” idealinin yerel ölçekte uygulanmadığını, hatta tersine çevrildiğini göstermektedir. Bu, sadece siyasi değil, ahlaki bir çelişkidir. Çünkü bir lider, dünyaya adalet çağrısı yaparken, kendi ülkesinde adaletsizliği derinleştiriyorsa; o çağrı artık evrensel bir hak talebinden çok, politik bir araç işlevi görmeye başlar.


2. Diskurla Kendini Çürütmek

Kitabın en dikkat çeken yanı, Erdoğan’ın kendi kurduğu dili, yine kendi iktidar geçmişiyle çürüten bir lider profili çizmesidir. Bu metin, kendi içinde tutarlı bir tez sunmaktan ziyade, Erdoğan figürünü aklamaya, mazlum halkların sesi olduğunu kanıtlamaya çalışan bir anlatıdır. Ancak bu anlatı, Erdoğan’ın geçmişte sarf ettiği sözler, aldığı pozisyonlar ve yürüttüğü politikalarla yan yana getirildiğinde inandırıcılığını kaybeder.

Örneğin; “Mazlumların sesi olmak” ifadesi, kendi ülkesinde barışçıl protestolarda bulunan insanlara copla, gazla, hapisle karşılık verildiğinde anlamsızlaşır. “Adalet” kavramı, yargının iktidar sopasına dönüştüğü bir düzlemde içi boş bir slogana dönüşür. “Küresel barış” söylemi, içeride sürekli düşman üreten bir politik kültürle birlikte düşünüldüğünde, ikiyüzlü görünmeye başlar.

Erdoğan’ın dili, sıkça dini, vicdani ve tarihsel motifler taşır. Ancak bu motifler, toplumsal gerçeklikte karşılık bulmadıkça metaforik bir perdeye dönüşür: Görüneni gizleyen bir sis. İşte tam bu noktada diskur kendini çürütür. Liderin söylediği şey, onun kim olduğunu değil; kim olmak istediğini anlatır. Bu farkı fark etmek, hem sezgi hem de politik hafıza ister.


3. Görmeyen Aydınlar: Bilerek ve Hileyle Sessizlik

Erdoğan’ın çelişkilerini görmek, sandığımız kadar zor değildir. Aksine, bu çelişkiler o kadar aleni, o kadar göz önündedir ki onları görmemek ancak üç nedenle mümkündür: Korku, çıkar veya inanç.

Türkiye’de aydın kesiminin önemli bir kısmı, bu çelişkileri bilmesine rağmen sustu. Kimi koltuğunu, kimi kürsüsünü, kimi televizyon ekranındaki yerini kaybetmemek için. Kimi “öteki mahalleyle” aynı yerde durmamak adına sessiz kalmayı seçti. Kimi ise, bu çelişkiyi görmesine rağmen Erdoğan’ın “küresel sistem karşıtlığı” retoriğine tutunarak kendini avuttu.

Bu bilinçli görmezden gelme hali, sadece Erdoğan’ı değil; entelektüel etik denen şeyi de çürüttü. Çünkü hakikati en önce görmesi gerekenler, onun önüne perde çekti. Bu yüzden kitabın gerçek muhataplarından biri de bu aydınlardır: Sessizlikleriyle çelişkinin parçası haline gelenler.


4. Unutma Diye: Ahlakı ve Hukuku Ayaklar Altına Alan Sözler

“Adalet” üzerine kitap yazan bir liderin, kendi halkına, muhaliflerine, gazetecilere ve sanatçılara söylediği sözler, unutulmamalıdır. Çünkü bu sözler, bir siyasi kişiliğin geçici öfke anları değil; onun ahlaki düzeyini, hukuk algısını ve iktidarla kurduğu ilişkiyi gösterir. İşte hafızanın küllenmesine karşı birkaç örnek:

  • “Onlar insan değil” – Gezi eylemcilerine hitaben.
  • “Talimat verdim, gereğini yapacaklar” – Yargıya yönelik müdahale anlamına gelen çok sayıdaki ifadeden biri.
  • “Ananı da al git” – Diyarbakır’da bir çiftçiye.
  • “Kadın mıdır, kız mıdır bilemem” – Bir kadın sanatçıyı hedef alırken.
  • “Biz bu teröristlere bu ülkede yaşam hakkı tanımayacağız” – Hakkında hiçbir yargı kararı olmayan yurttaşlar için.
  • “Şu anda içeri alırım” – Canlı yayında bir gazeteciye.
  • “Sürtükler” – Gezi Parkı eylemlerine katılan kadınlara yönelik toplu aşağılama.

Bu sözlerin taşıdığı kibir, şiddet dili ve hukuku ayaklar altına alan söylem, yalnızca bireyleri değil, toplumsal ahlakı ve kamusal vicdanı da yaralamıştır. Bu ifadeler, iktidarın halkla olan ilişkisini; öfke, kontrol, aşağılama ve cezalandırma eksenine oturtan bir zihniyetin dışavurumudur. Unutulmamalı, çünkü bu dil unutulursa, onun ürettiği kötülük de meşrulaşır.