Şimdi yükleniyor

DAHA ADİL BİR TÜRKİYE DE MÜMKÜN


I. GİRİŞ

Daha Adil Bir Dünya Mümkün mü?

Recep Tayyip Erdoğan, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” adlı kitabında, küresel eşitsizliği, dünya genelindeki adaletsizliği ve yoksulluğu eleştirerek, dünyadaki kaynakların daha adil bir şekilde dağıtılması gerektiğinden bahsediyor. Bu kitap, bir bakıma Erdoğan’ın dünya için sunduğu adalet vizyonunun bir yansımasıdır. Ancak, bu kitapla birlikte ortaya çıkan önemli bir soru vardır: Eğer Erdoğan, dünyada adaletin sağlanmasını savunuyorsa, kendi ülkesinde neden adaletin sağlanamadığını sorgulamak gerekmez mi? Türkiye’deki içsel adaletsizliklere, toplumsal eşitsizliklere bakıldığında, Erdoğan’ın küresel adalet talebiyle kendi ülkesindeki pratiği arasındaki uçurum göz ardı edilemez.

Türkiye, sadece ekonomik eşitsizliklerle değil, aynı zamanda toplumsal kutuplaşma, kültürel ve sosyal ayrımcılıkla da mücadele etmek zorunda. Erdoğan, dünya için adalet talep ederken, kendi halkına adil bir yaşam sağlamaktan uzak durmaktadır. Bir tarafta dünya için daha adil bir düzen vaat eden, diğer tarafta kendi ülkesi için adaletin sadece bir slogan haline gelmesi, toplumsal gerçeklikle ne kadar örtüşüyor?

Adaletin, sadece dünya genelindeki eşitsizliğe karşı bir çaba olmadığını, aynı zamanda bir ülkenin içinde de adaletin sağlanması gerektiğini unutmamak önemlidir. “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” denilirken, Türkiye’deki adaletsizliklere dair tek bir kelime dahi söylenmiyor. Bu, adaletin sadece bir kavramsal düzeyde kaldığını gösteriyor. Dünya için bir adalet anlayışı yaratılırken, kendi ülkesindeki toplumsal yapıdaki çelişkiler göz ardı ediliyor. Gerçek adalet, her bireyin eşit haklara sahip olduğu, herhangi bir ayrımcılığa uğramadığı, ayrımcılığın yıkıldığı bir ortamda mümkündür. Ancak bu, yalnızca söylemlerde kalıyor.


II. SİYASAL ADALET

Söyledikleri ile Gerçekleşenler Arasındaki Fark

Erdoğan, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabında, küresel çapta bir adaletin inşa edilmesi gerektiğinden bahsederken, dünya üzerindeki yoksulluk ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması gerektiğini vurguluyor. Ancak, Türkiye’deki siyasi atmosfer, bunun ne kadar uzak bir ideal olduğunu gözler önüne seriyor. Erdoğan, kendi ülkesinde adalet arayışına girmekte, ancak dünya için belirlediği adalet anlayışının kendi ülkesindeki gerçeklikle çeliştiğini görmekteyiz.

Türkiye’de adalet, yalnızca seçkinler için geçerli bir kavram haline gelmiş durumda. Adaletin sadece iktidara yakın olanlar için sağlandığı bir ortamda, halkın büyük çoğunluğu sadece adaletin özlemini çekiyor. Bir tarafta “adil bir dünya”dan bahseden bir lider, diğer tarafta kendi ülkesinde gücü elinde tutanların her türlü hukuksuzluğu işlediği, adaletin adeta yok sayıldığı bir ortamda yaşıyor.

AK Parti’nin 22 yıllık iktidar dönemi, adaletin yerini güç ve iktidar mücadelesinin aldığı bir dönemi işaret ediyor. Erdoğan, adaletin sadece bir slogan olmadığını, yaşamın her alanında egemen kılınması gerektiğini savunuyor. Ancak, bu söylemlerin hayata geçmediği, sadece iktidarın çıkarları doğrultusunda şekillenen bir ortamda adaletin ne kadar gerçekçi olduğu tartışma konusudur.

Bu durum, sadece Erdoğan’a yönelik bir eleştiri değil, adaletin, iktidar sahiplerinin çıkarları doğrultusunda şekillendiği bir yapının eleştirisidir. Türkiye’de adaletin, siyasetçilerin elinde bir araç haline gelmesi, halkın haklarını elde etmesinin önündeki en büyük engel olmaktadır.


III. EKONOMİK ADALET

Kapitalizm Eleştirisi, Yandaş Ekonomisi

“Küresel gelir adaletsizliği insanlığı tehdit ediyor.”
Erdoğan, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabında bu ifadeyle küresel kapitalizmin bir hastalık gibi yayıldığından bahsediyor. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca insanın hak ettiği refahı bulamadığından, ekonomik gücün birkaç elin avucunda toplandığından söz ediyor. Küresel ölçekte gelir adaletsizliğini eleştirirken, haklı bir noktada duruyor. Ancak bu eleştiriler, bir yandan da Türkiye’deki ekonomik eşitsizliklerle çelişiyor.

Bir ülkede, ekonominin büyük kısmı birkaç yandaş holdinge aitken, halkın büyük çoğunluğu gıdaya, sağlığa, eğitime ulaşmakta zorlanıyorsa, adaletin hangi noktada sağlandığı sorgulanmalıdır. Türkiye’deki ekonomik düzen, küresel adaletsizliğin en acımasız yansımasıdır. Erdoğan, “adaletli ekonomi”den söz ederken, kendi ülkesindeki en büyük zenginleşmenin, en büyük ekonomik şiddetin, iktidara yakın grupların elinde toplandığını görmezden gelemeyiz.

Oysa ki, toplumun en dar gelirli kesimleri—ışığı, balkonu, odası olmayan evlerde 4-5 çocukla hayatlarını geçirmeye çalışan anneler ve babalar—bu çarpık düzenin en net mağdurlarıdır. Çocuklarına daha iyi bir yaşam sunmayı düşleyen ebeveynler, her gün hayatta kalma mücadelesi verirken, 3 ya da 4 çocuk istemek; fakat bu insanları odasız, balkonsuz, ışıksız evlere mahkum etmek, devlete ait büyük bir çelişkidir.

Aç insan, idealini yer, derken, ekonomik adaletin gerçekten aç kalmış, gerçek hayatta yüzleşen insanlara sunulması gerektiği vurgulanır. Oysa Türkiye’de, bu insanlar daha fazla çocuk sahibi olmak için verilen teşvikler karşısında birer ekonomik tuzağa düşürülmektedir. Devlet, yoksulluğa ve çaresizliğe mahkum ettiği insanları daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik etmekte, ama onları yerleştirecek ev, iş, eğitim gibi imkânları sunmamaktadır. Adalet, sadece sayılarla değil, koşullarla ölçülmelidir.

Ve tüm bu adaletsizliğe karşılık, devletin en büyük bütçesi, zenginlerin hesaplarına aktarılmakta, halk ise devlete ödedikleri vergilerle büyütülen şirketlerin teminatı altına alınmaktadır. Bu durumda Erdoğan’ın küresel eşitsizlik eleştirisi, kendi ülkesindeki eşitsizlikle tam bir tezat oluşturur.
Ekonomik adalet, yalnızca büyük şirketlerin değil, halkın yararına çalışmalıdır. Ve halk, yalnızca sömürülen bir kitleden, ancak bir çıkar aracı haline getirilmemelidir.


IV. TOPLUMSAL ADALET

Farklılıkların Yükseldiği Bir Toplum, Tekleşen Bir Gelecek

“Toplumsal adalet, sadece ekonomik eşitsizliği değil, aynı zamanda kültürel, dini ve sosyal eşitsizlikleri de gidermelidir.”
Erdoğan, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabında toplumsal adaletin gerekliliğinden bahsederken, dünyadaki kültürel ve dini eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı savunuyor. Ancak, aynı Erdoğan’ın kendi ülkesinde, farklılıkların kutuplaştırılmasından, toplumda nefreti körükleyen bir dilin benimsenmesinden büyük bir rahatsızlık duyulmalıdır.

Bir tarafta “milli birlik” ve “toplumsal barış” diye haykıran lider, diğer tarafta kadınları, öğrencileri, emekçileri, hakkını arayan tüm bireyleri, hatta iktidar içindeki diğer farklı sesleri dışlayan, onları sistem dışı bırakmaya çalışan bir yaklaşım sergiliyor. Bugün Türkiye’de toplumsal kesimler, cinsiyet, sınıf, inanç ve ideoloji gibi pek çok açıdan ayrımcılığa uğramaktadır. Bu toplum, çeşitlilik içinde bir bütün olmayı vaat ederken, her geçen gün homojenleşmeye zorlanıyor.

Ve bu dışlamanın diline baktığınızda, ortaya çıkan tablo daha da çirkinleşiyor: “Ananı al git!” diyen bir iktidar, “Sürtük!” diyen bir lider, “Çapulcu!” diyen bir hükümet… Ve hala, “Kadın mı kız mı belli değil!” diyen, “Vatan haini!” etiketini kolayca yapıştıran bir söylem. “Seni şimdi içeri aldırırım!” tehdidiyle karşılaşan, “Hadi bakalım, hadi” diyerek küçümsenen bir halk. Bu dil, sadece düşmanlaştırma ve korkutma değil, aynı zamanda toplumun içindeki birlikteliği de parçalayan bir silah haline gelmiştir.

Erdoğan’ın kitaptaki sözleriyle, Türkiye’deki pratik arasındaki çelişkiyi görmek hiç zor değil. “Birlik ve beraberlik içinde, farklılıkları zenginlik olarak görmek” derken, pratikte ne yazık ki insanlar, kimliklerinden, inançlarından ve farklı görüşlerinden ötürü sürekli olarak hedef haline gelmekte, aşağılanmakta, dışlanmaktadır.

Kadınlar, öğrenciler, işçi sınıfı, emekçiler, siyasi partiler içindeki farklı sesler—bunlar sadece adaletin bekçileri değil, adaletin kendisidir. Toplumsal adalet, yalnızca ekonomik eşitsizliği değil, her bireyin kimliğine saygı gösterilmesini, kendini özgürce ifade etmesini gerektirir. Eğer bir toplumda insanlar, sadece ekonomik olarak değil, kimliklerinden, inançlarından ya da durdukları yerden ötürü dışlanıyorsa, o toplumda adaletin varlığından söz edilemez.

Erdoğan’ın dünya için söylediği “Adalet, farklılıkları bir zenginlik olarak görmekle başlar” cümlesi, kendi ülkesinde ne kadar derin bir çelişkiye dönüşüyor! Eğer bir toplumda farklılıklar bir zenginlik olarak görülmek yerine tehdit olarak algılanıyorsa, o toplumda adaletin inşası için daha uzun bir yol vardır.

Toplumsal adalet, sadece eşitliği değil, her bireyin kendini özgürce ve saygı içinde ifade edebileceği bir ortamı yaratmayı gerektirir. Gerçek adalet, yalnızca ekonomik eşitsizlikleri değil, toplumsal, kültürel ve siyasi farklılıkları da barındıran bir ortamda mümkündür.


V. ADALET VE GELECEK

Söylemler ve Gerçeklik Arasındaki Uçurum

Erdoğan, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabında gelecekteki adaletin bir ütopya değil, gerçek bir hedef olduğunu savunuyor. Bu ütopya, dünya genelinde eşitsizliğin sona erdiği, her bireyin haklarını özgürce yaşadığı, kimsenin dışlanmadığı bir düzen olarak betimleniyor. Bu ideal, kulağa hoş geliyor ve evet, dünyada adaletin sağlanması hepimizin ortak hayali olmalıdır. Fakat, bu hayal gerçeğe dönüşmeden önce, çok temel bir soru ile karşılaşıyoruz: Peki, bu idealin Türkiye’de hayata geçmesi mümkün mü? Erdoğan’ın adalet vizyonu, kendi ülkesinde mevcut sorunlarla çelişiyor. Hatta, bu çelişkiler her geçen gün daha belirgin hale geliyor.

Eğer bir lider, dünya için daha adil bir düzen kurmaktan bahsediyorsa, kendi ülkesindeki adaletsizlikleri yok sayarak bir adalet vizyonu oluşturması, en başından itibaren samimiyetsiz bir tavır sergilemiş olur. Erdoğan, kitaptaki gibi bir “adil dünya”dan bahsederken, Türkiye’deki toplumun büyük kesimlerini sürekli olarak dışlayıcı bir dil kullanarak hedef alıyor. “Daha Adil Bir Dünya Mümkün”, ancak bu dünyanın sınırları, sadece belirli bir kesimi kapsıyor.

Bir yanda, Erdoğan’ın söylediklerinde bir tür geleceği vaat etme arzusu var. Dünya genelinde ekonomik, toplumsal ve kültürel eşitsizliklere karşı çözüm önerileri sunuluyor. Ama diğer yanda, Türkiye’de kadınlar, gençler, emekçiler, muhalifler ve daha pek çok farklı grup için geleceğin karanlık olduğu bir gerçeklik var. Adaletin uygulanacağı bir ülkenin geleceği, sadece ekonomik büyüme ile ölçülemez. Gerçek adalet, insanların kendilerini güven içinde hissedebileceği, seslerini duyurabileceği, korkusuzca var olabileceği bir geleceği gerektirir. Türkiye’deki pratik, bu gelecek için hiçbir güvence sunmamaktadır.

Gelecek, sadece ekonomik refahla değil, toplumsal eşitlikle, özgürlükle, adaletle şekillenir. Ancak Türkiye’de, adaletin yalnızca seçkinlerin elinde bir araç olarak kullanılması, çoğunluğun adalet talebinin görmezden gelinmesi, geleceğin karanlık bir utopyaya dönüşmesine sebep oluyor. Erdoğan’ın dünya için sunduğu adalet önerileri, Türkiye’deki otoriter eğilimlerle ne kadar tutarlı? “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” derken, Erdoğan’ın kendi ülkesinde yarattığı baskıcı ortamın, bu dünyaya nasıl bir katkı sağlayacağı sorusu yanıtsız kalmaktadır.

Gerçekten adil bir dünya, sadece iktidarın kontrolü altındaki bir geleceği değil, her bireyin özgürlüğünü, hakkını ve kimliğini özgürce yaşayabileceği bir geleceği vaat eder. Bu, sadece ekonomik büyüme ve büyüyen zenginlik ile sağlanamaz. Toplumların, farklılıklarına saygı gösterilen, insanların eşit haklarla yaşadığı bir ortamda adaletin varlığı somutlaşır. Eğer bir ülkenin lideri, kendi halkına karşı adaletli davranmıyorsa, dünya için söyleyeceği “adil dünya” fikri, bir yalandan başka bir şey olmayacaktır.