Şimdi yükleniyor

Dayakla Gelen Modernlik: Türkiye ve İran Üzerine Acı Bir Öğrenme Denemesi

“Ne kadar acı çekmişsek, o kadar düşünmüşüzdür.” – Albert Camus


Tarih denen şeyin, ilerleyen bir çizgi değil, dönüp duran bir çember olduğunu çok geç fark ediyoruz. Aynı acılar, aynı hatalar, sadece başka yüzlerle tekrar ediyor. Ülkeler değişiyor, diller değişiyor, ama kaderin yöntemi hep aynı kalıyor: önce kör bir inanç, sonra kanlı bir uyanış. Biz bu coğrafyada özgürlükle değil, mecburiyetle tanıştık. Modernliğin dili bize önce yabancı geldi; onu sevdik mi, yoksa kabullendik mi, hâlâ emin değilim. Ama emin olduğum bir şey var: bazı toplumlar hakikati kendi iradesiyle bulmaz; ona ancak duvarlara çarpa çarpa ulaşır.

Bazı hakikatler vardır, kendi ışığını yakmaz; ancak bir enkazın altında fark edilir. Türkiye gibi İran da bu gerçeği acıyla öğrenen ülkelerden. Modernlik, bizde içsel bir ihtiyaçtan değil, dışsal bir zorunluluktan doğdu. Cumhuriyet, demokrasi, laiklik… Bunların hiçbiri halkın içinden, derin bir bilinçle filizlenmedi. Hepsi, yediğimiz tarihsel tokatların ardından, ayakta kalabilmek için kabul etmek zorunda kaldığımız değerler oldu.

1699 Karlofça Antlaşması’yla başlayan gerileme, Kırım’ın kaybıyla derinleşti. Ardından Osmanlı’nın Balkanlar’daki toprakları birer birer elden çıktı. Her darbe, her kayıp, zihinsel bir travma gibi iz bıraktı. Modern hukuk sistemine geçişimiz bile, esasen Batı’nın zorlamasıyla oldu. Ticaret hukuku, borçlar hukuku, anayasa gibi kurumları benimsedik çünkü başka çaremiz kalmamıştı. Bu değerleri gönüllüce değil, mecburen sahiplendik. Dayakla gelen modernlik, bizim gerçekliğimizdi.

Molla zihniyeti ise hiçbir zaman tamamen yenilmedi. Yalnızca geri çekildi, pusuda bekledi. Bugün hâlâ, AK Parti çatısı altında toplanan kalabalıklarda, Cumhuriyet’e, demokrasiye, laikliğe olan öfke açıkça görülüyor. Karşı devrim fikri, sadece siyasi bir nostalji değil; canlı bir refleks.

İran da bizim gibi. Orada da mollalar hâkimiyeti elinde tutuyor; kadınlara, çocuklara, Kürtlere, farklı düşünen herkese zulmediyorlar. Ama tarih, İran için de sabırla bekliyor. Büyük ihtimalle, bu zulmün bedelini tıpkı bizim gibi, dışarıdan bir tokatla ödeyecekler. Belki İsrail, belki Amerika; ama sonuç aynı olacak: zorla gelen bir uyanış. Tıpkı bizim Lozan’dan sonra, İsmet İnönü’nün deyimiyle “yorgun ama ayakta bir ulus” olarak başladığımız gibi.

Beni en çok üzen şu: İran’ın en zeki, en medeni, en üretken insanları yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Aklın ve vicdanın sürgüne gönderildiği bir ülke, ancak kabuğuyla yaşar. İran diasporası bu yüzden bu kadar güçlü. Aynı şekilde Türkiye’nin de son 10–15 yılda yaşadığı büyük göç dalgası, ülkenin en nitelikli insanlarının artık burada yaşamak istemediğini gösteriyor. Bu, sadece bir hükümet meselesi değil. Bu, ortak bir travmanın mirası.

Sadece AK Parti dönemine özgü değil bu. 1960 darbesinde de kaçtılar. 1971’de, 1980’de, 90’larda… Her darbede bir parça daha koptu içimizden. Bu ülke, kendi cevherini sürekli dışarıya akıttı. Ve geriye sadece suskunluk, korku ve kabullenmişlik kaldı. Bertolt Brecht’in dediği gibi, “Ülkesini terk etmek zorunda kalan birinin ardından yitip giden sadece o insan değildir, bir ihtimaldir de.”

Türkiye ve İran, birbirine yalnızca coğrafi olarak değil, ruhsal olarak da benziyor. Acıda birleşiyorlar. Ve öğrenmeyi, ne yazık ki, yalnızca acıdan biliyorlar.

Sahi, biz başka türlü öğrenebilir miyiz? Yani dayak yemeden, yerle bir olmadan, bu değerleri içselleştirebilir miyiz? Yoksa gerçekten, Hegel’in dediği gibi, “tarihin tek öğretisi, hiçbir şeyin öğrenilmemiş olduğudur” mu?

Belki bu kez farklı olur. Belki bu kez, yalnızca korkuyla değil, kavrayışla yaklaşırız modernliğe. Belki bu savaşın, bu büyük sarsıntının bir hayrı olur.

Ve belki bir gün, hem Türkiye hem İran, dövülmeden özgür olmayı öğrenir.
İnsanca yaşamanın başka bir yolu da olduğuna inanmayı bırakmadan.