Dil, Varlığın Evi midir?
Önsöz
Zamanla yüzleşmek, kendi düşüncelerini zamanla görmek, hem kendi dilinin hem de dilin taşıdığı anlamın ne kadar önemli olduğunu anlamak. Bu yazı, bir düşünceyi dışa vurabilmek için önce ona bir dil, bir kavram inşa etmenin zorunluluğunu anlatıyor. Heidegger’in “Dil, varlığın evidir” sözü üzerinden yapılan tartışma, dilin felsefi dünyamıza katkılarını gözler önüne seriyor. Ancak burada asıl sorulan şey, dilin varlık üzerindeki etkisi değil, onun varlıkla kurduğu ilişki. Varlığın, dilin varlığına katkıda bulunduğu kadar, dilin de varlığa katkıda bulunabileceği üzerine düşündük. Bu yazı, hem Heidegger’e hem de düşünceye karşı bir saygı içeriyor. Kendi dilinde kaybolmadan, kendi dilini inşa etmenin peşindeyiz.
“Dil, varlığın evidir.” — Martin Heidegger
Bazı cümleler var ki, ilk bakışta bir parça karanlık, bir parça büyülü gelir insana. Heidegger’in bu sözü de öyle. Ne tam anlayabilirim der insan, ne de içinden çıkmak ister. Çünkü söylenmemiş bir hakikatin eşiğinde duruyor gibidir bu söz.
Benim bu söze ilk tepkim, onu anlamaktan çok, hissetmek oldu. Evet, dili kullanarak varlığı kavrıyoruz. Ama bu, varlığın kendisiyle aynı mı? Bir ağaç, biz ona “ağaç” dedik diye mi anlamlıdır, yoksa o anlamı zaten kendi varlığında taşıyor mudur? Dili, kavramları, isimleri kullanmasaydık da o ağaç orada olur muydu? Benim cevabım: Evet.
Bir ağaç, bir kuş, bir su, bir güneş… Bunlar zaten sırf var oldukları için anlam taşırlar. Yani biz bunlara isim takmasak, onlar hakkında hiçbir şey yazmasak, konuşmasak, resim yapmasak, şiir yazmasak bile, onlar varlıkları itibariyle büyük anlamlar taşırlar. Bizim dilimiz, bu anlamı ne artırır ne azaltır. Dil, sadece bu anlamla bizim aramızda bir köprü kurar. İşte bu noktada dilin epistemolojik önemi başlar. Biz, dili kullanarak bu varlığı bilgiye dönüştürür, onu şiire, sinemaya, romana taşırız. Kendimize ait bir paralel evren kurarız. Ama bu paralel evrenin, o nesnel varlığın kendisine bir etkisi yoktur.
Biliyorum, felsefe yapabilmek için kavramlara ihtiyacım var. Düşünmenin yolu, onu bir kelimeye, bir isme, bir kavrama oturtmaktan geçiyor. Yoksa kendi içimde bile o sezdiğim şeyi konuşamaz hale geliyorum. Felsefede, düşüncenin bütün cephanesi kavramlardan ibaret. Ama dilin bu zorunluluğu, onun her şeyi belirlediği anlamına gelmez. Ben dili kabul ediyorum, ama dilin sınırları olduğunu da kabul ediyorum.
Heidegger bu sözüyle, belki de dili bir “açılım alanı” olarak konumlandırmak istiyordu. Yani varlık orada, ama onun anlamlı hale gelişi dilde oluyor diyordu. Yine de ben bu görüşe temkinli yaklaşıyorum. Çünkü benim için ağaç, kuş, su, güneş – bunlar sadece isim kazandıklarında anlamlı olmuyorlar. Onlar, isimlerimizden bağımsız olarak da derin ve büyülü anlamlar taşıyorlar. Biz sadece, onlara “seslenerek” o anlamı kendimize yakınlaştırıyoruz.
Belki de Heidegger’e buradan itiraz etmek yerine, onunla konuşuyor gibi yapabiliriz:
Heidegger: “Dil, varlığın evidir çünkü varlık, ancak dille anlam kazanır.”
Ben: “Ama varlık zaten anlamlı, zaten orada. Bizim dille yaptığımız şey, sadece o anlamın üzerine bir pencere açmak. Yoksa ev orada duruyor, sadece ışık yaktık diye inşa etmedik.”
Heidegger’in dili poetik, yer yer sisli bir vadide gibi. Sözleri büklüm büklüm. Ama bu da onun hakkı. Nihayetinde büyük fikrin ve çilenin bir taşıyıcısı. Bizim itirazımız, onunla hesaplaşmak için değil, onunla düşünmeyi devam ettirmek için.
Ve şu da benim naçizane vardığım yer:
“Dil, anlamı taşır ama yaratmaz. Dil, düşüncenin bedeni olabilir ama ruhu değil. Ruh, belki varlığın kendisidir. Biz, dili onunla buluşturarak anlama yakılaşırız.”
Yani ben dili küçümsemiyorum. Onsuz olamam. Ama onu tanrılaştırmıyorum da.
Son Söz
Varlık, her halükarda orada duruyor. Bir ağaç, bir kuş, bir su, bir güneş var oldukları için derin anlamlar taşıyor. İnsan, bu anlamları dille paylaşabiliyor, ancak dil anlam yaratmaz, sadece o anlamı taşır. Düşüncenin ve varlığın birleşim alanında dert, epistemolojik bir çaba oluşturmak, varlıkla bir dil yolu üzerinden karşılaşmaktır. Heidegger’in düşünceleriyle bu yolda yürümek, bazen derin bir şiir gibi, bazen de anlaşılmak için kelimelerle kavga etmek gibi. Bu yazı, düşüncenin ve dilin sınırlarını anlamaya yönelik küçük bir katkıdır. Yirmi yıl sonra, belki de Heidegger’in felsefesine daha yakın bir yerde duracağım. Ama şu an, dilin hem sınırlı hem de sonsuz olma gerçeğini kabul ediyorum. Belki de düşünmek ve yazmak, en nihayetinde kendimize bir yakınlık kurma çabasıdır.
Yorum gönder