Şimdi yükleniyor

DOĞMAMIŞ OLMANIN SAKINCASI ÜZERİNE BİR KARŞI-TANIKLIK

Bu metin, Cioran’ın “Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine” adlı karanlık ama dürüst kitabına karşı bir itiraz değil…
Bir tanıklıktır.
Onun gösterdiği boşluğa bakarken, aynı anda o boşluğun kenarında açan çiçekleri de görebilme gayretidir.
Belki biraz geç, belki biraz eksik…
Ama yine de varlığın ağırlığını taşıyan bir sesin çabasıdır.

“Yaşamaya değer tek şey, yaşamak istemeyişimizdir.” — Emil Cioran

Ama yine de…
Doğmamış olsaydık, bir annemiz olmazdı.
Bir babamız da.
Çocuk olamazdık.
Uçurtmaları ve ağaçları seyredemezdik.
Aşık olamazdık.
Öptüğün kızlar gelsin aklına.
Şiir yazamazdık.
Islık çalamazdık.
Gökyüzüne bakamazdık.
Baba olamazdık, örneğin.
Tanrı’ya itiraz edemezdik.

Yani bir anlamda,
yoklukla tehdit edemeyeceğimiz şeyler vardır.
Bir çiçeği…
bir çocuğu…
bir sevgiliyi…
bir dostu…
uzayı, yıldızları,
ve içimizi burkan o görünmez güzellikleri…

Buna da hakkımız yok.

Yaşamak kolay değil, evet.
Bu beden, kolay kırılan, bozulan, bakımı zor, yedek parçası olmayan bir tasarım.
İtiraz ediyorum ben de.
Ama elimizde başka bir şey yok.
Ne yapacaksak, bununla yapacağız.
Ya da…
Ne yapmayacaksak, bununla yapmayacağız.

O yüzden bu bir umut çağrısı değil.
Hayata sımsıkı sarılalım da demiyorum.
Ama madem ki bu hikâyenin içine doğduk,
bizim de bu hikâyede bir hikâyemiz olmalı.

Güzel bir hikâye…
Sığınılacak bir hikâye.
Yıkıldığında içine girebileceğin,
soğuduğunda içinde ısınabileceğin bir hikâye.

Bazen sadece şunu diyebilelim:
“Evet, çok zordu.
Ama ben bir hikâye edindim.”

Çünkü her ne yapacaksak—
bununla yapacağız.
Ve her ne yapmayacaksak—
bununla yapmayacağız.