Şimdi yükleniyor

Erdemin Çelişkili Kökeni Üzerine

Matt Ridley’nin Erdemin Kökenleri kitabını açtığınızda, sizi şaşırtan ilk şey, onun bilimsel tezinden çok insani bir tonu olur. Kitap, şu satırlarla başlar:

“Bu kitaptaki sözcükler tümüyle bana görüşler ve fikirler ise çoğunlukla başkalarına aittir. Benimle düşüncelerini ve keşiflerini cömertçe paylaşanlara minnettarım. Bu insanlardan bazıları uzun sorgulamalara razı oldular ya da bilimsel yazılarla kitaplar gönderdiler; bazıları manevi ya da kolaylık sağlar türde destekte bulundular ve bazıları da kitabın bölümlerinin taslak halini okudu ya da eleştiri getirdiler. Hepsine gönülden teşekkürlerimi sunarım.”

Bir yazar, eğer erdem, iyilik, minnettarlık gibi bütün olumlu duyguların yalnızca bencil genlerin oyunundan ibaret olduğuna inanıyorsa, neden kitabının daha ilk sayfasında bu kadar sevgiyle ve şükranla konuşur?

Gerçekten de eğer yalnızca bencil genlerimize teslim olsaydık, böyle bir kitap asla ortaya çıkamazdı. İnsanların karşılıksız emek vermesi, paylaşması, katkıda bulunması ve dayanışması olmasaydı, biyolog ya da genetik mühendisi olmayan Ridley’nin elinden böyle bir eserin çıkma ihtimali neredeyse sıfır olurdu. Yani kitabın kendisi bile, aslında “erdem”in ve işbirliğinin varlığını kanıtlayan bir örnek değil midir?

Tam da bu çelişkide insanın sırrı gizlidir.

Ridley gibi yazarlar, erdemi, iyiliği, ahlakı, sadakati, kahramanlığı hatta kendini feda etmeyi dahi bencil genlere, yani çıkar ve fayda hesaplarına bağlar. Onlara göre sevgi, bağlılık, fedakârlık gibi yüce duygular, aslında genlerin çıkarını kollayan stratejilerdir. Bu bakış açısı, insanın bütün parlak duygularını “sahte” kılar gibi görünür.

Oysa insanın hikâyesi yalnızca bencillikten ibaret değildir. Doğada kötülüğün, şiddetin, yırtıcılığın kökeni vardır: aslanın pençesi, yılanın zehri, insanın şehveti ve saldırganlığı… Bunların her biri doğanın sert düzeninde yerini bulur. Doğada bir tür “doğal kötülük” vardır ve biz de onun mirasçılarıyız. Açlık, cinsellik ve öfke gibi baştan çıkarıcı dürtüler bizi yönlendirmeye çalışır.

Bunu biraz daha derinleştirelim: Tasarımımızın temeli, tüketmek üzerine kurulu bir makinedir. Organlarımız, hormonlarımız ve sinir sistemimiz sürekli katabolizmaya, yani kendi kendini parçalayarak enerjiye dönüştürmeye ve anabolizmaya, yani kendini yeniden inşa etmeye mahkûmdur. Her an kendimizi yeniden üretmek zorundayız; eğer anabolizmayı sağlayamazsak, ölür, toprağa karışırız. İşte tasarımın içinde yer alan bu doğal kötülük ve tüketim yasası, bize tek bir şeyi hatırlatır: Tükettiğimizden çok daha fazlasını üretmek, değer yaratmak zorundayız; yaşamın devamı, insan kalabilmenin sırrı, tam da buradadır.

Burada “insan” olmanın farkı başlar. İnsan, doğasının bu karanlık yükleriyle kavga ederek, onları dizginleyerek, hatta kimi zaman onlara rağmen ayakta durarak insan olur. Bir çocuğun saçını okşamak, bir ağaca su vermek, birini mutlu etmek, müzik yapmak, heykel yontmak, sanat üretmek… Bunların hiçbirini doğa bize mecbur etmez. Bunlar, doğanın dayattığı bencillik kalıplarına rağmen geliştirdiğimiz yeni ufuklardır.

Belki de insanın en büyük erdemi, kendi doğasıyla giriştiği bu kavganın ta kendisidir. Tanrı –veya evren ya da doğa– bizi açlık, cinsellik, saldırganlık gibi temel dürtülerle donatmış olabilir. Ama aynı Tanrı’nın –veya doğanın– bize verdiği bir başka şey daha vardır: deneyim, hafıza, kültür ve bilinç. Yüz binlerce yılın tecrübesiyle öğrendiğimiz iyilik, adalet, paylaşma, sanat üretme, aşkı büyütme gibi değerler işte bu yüzden kıymetlidir.

İnsan, doğanın kaba tasarımındaki “marazlara” rağmen insan kalmayı seçtiği için insandır. Belki gerçekten de biyolojimiz, hormonlarımız, salgı bezlerimiz bizi bir “bulaşık süngeri” gibi dürtülere açık kılar. Ama biz, bütün bu biyolojik fırtınaya rağmen, iyiliği seçebildiğimiz ölçüde insanız.

O halde Ridley’nin teziyle yazının sert nihilizmi arasındaki fark şuradadır: Evet, erdemin kökeninde çıkar olabilir; evet, genlerimiz bize bencilce fısıldıyor olabilir. Ama erdemin kıymeti, bu kökene rağmen gerçeğe dönüşmesindedir. İnsan dediğimiz şey, doğasının karanlığıyla kavga ederek, ondan daha fazlasını üretmeye çalışan bir bütündür. İnsan bir bütündür, parçalanamaz.

Son söz olarak…

İnsanın karanlık tarafıyla yüzleşmesi, medeniyetin ve erdemin özüdür. Freud’un dediği gibi, uygarlık, bencil içgüdülerimizi ve saldırganlıklarımızı dizginleme çabasıdır; dizginlemeler olmadan güven, işbirliği ve toplumsal düzen hayalden öteye geçemez. Ama bu yalnızca bir fren değildir; insan kendi doğasını görür, tanır ve dönüştürür. Nietzsche’nin üstinsan ideali işte bunu söyler: Doğa tarafından dayatılan bencillik, açgözlülük ve şiddeti bastırmak değil, onları bir araç hâline getirmek ve kendi irademizle aşmaktır. Üstinsan, içgüdülerinin kölesi olmaktan çıkar, onları estetik ve ahlaki bir yaratımın malzemesi hâline getirir; bir çocuğun saçını okşamak, bir ağaca su vermek, bir melodiyi duyumsamak, bir erdemi yaşamak işte bu dönüşümün ürünleridir. Bu yüzden erdem, kökeninde bencillik barındırsa da, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmesi ve onu aşması sayesinde anlam kazanır, insanı gerçekten insan kılar.