Farklılık, Sürü ve Ruhsal Bütünlük: Schopenhauer’in Ardından Bir Tartışma
- Bölüm – Bir Cümlenin Çınlayışı: Schopenhauer ve Farklı Olanın Kaderi
“Farklı düşünen insandan nefret eder sürü.”
Schopenhauer’in bu sözünü ilk duyduğumda, sanki eski bir taşın üzerine kazınmıştı da ben onu yeni fark etmiştim.
Bu cümle, yalnızca bir fikir belirtmiyor; bir çağrı da yapmıyor.
Bu cümle, bir hüküm cümlesi.
Bir gözlem, bir teşhis, hatta belki bir sitem.
Üstelik yumuşak değil. Diyor ki: nefret eder.
Görmezden gelmez, anlamaya çalışmaz, sadece nefret eder.
Bu sözde bana en çok dokunan, farklı düşünen insanın yalnızlığı değil, o yalnızlığın başkaları tarafından aktif bir tehdit olarak algılanmasıydı.
Düşünce farkı neden nefret doğursun?
Neden farklı bir ses, hemen bastırılmak istenir?
Cevap aslında Schopenhauer’in üslubunda gizliydi:
Toplumların çoğunluğu, bir arada yaşamaktan değil, bir arada düşünmekten güvenlik hissi devşirir.
Bu yüzden farklı düşünen, yalnızca bir alternatif değil, doğrudan bir tehlike gibi görülür.
Çünkü sürü, sadece fikirde değil, korkuda birleşmiştir.
Farklı düşünen, o korkunun ritmini bozar.
Ben bu cümleyi bir uyarı gibi okudum:
Toplumda kalmak ile kendine sadık kalmak arasında salınan bir varoluş.
Ve bu cümlenin ardından yeni sesler yükseldi.
- Bölüm – Eleştirinin Dönüp Baktığı Yer: Farklılık da Sürüleşir mi?
Schopenhauer’in “sürü farklı düşünen insandan nefret eder” sözüne yönelik gelen eleştiri, ilk bakışta zekice görünüyor.
Deniliyor ki:
“Bir kişi farklı düşündüğünde, zamanla onun gibi düşünen başkaları da olacaktır. Yani o kişi artık farklı olmaktan çıkacak, o da bir sürü oluşturacaktır.”
Bu, ilk bakışta farkı çoğaltmanın bir tür çelişki olduğunu ima ediyor.
Bir düşünce etrafında toplanan insanlar, o düşünceyi kitleselleştiriyorsa, bu da o düşüncenin farklılığını ortadan kaldırır mı?
Başlangıçta aykırı olan, zamanla çoğullaşıyorsa, o zaman hâlâ aykırı mıdır?
Bu sorular, yalnızca mantık oyunları değil; aslında tarih boyunca birçok düşünce hareketinin yaşadığı gerçek dönüşümlerdir.
Zamanla her isyan bir gelenek olur.
Her aykırılık, yeterince tekrarlandığında bir slogana, bir forma, bir norma dönüşebilir.
Bireyin sesi, kalabalığın alkışına karışabilir.
Ve alkış çoğaldığında, belki de en başta o sesi çıkaran kişi bile kendisini tanıyamaz hâle gelir.
Bu eleştiri, Schopenhauer’in sözünü yüzeyden okur:
Sanki farklılık sabit bir etiketmiş, bir kez alındığında sonsuza kadar taşınacak bir nişan gibi düşünülür.
Ama hem farklılık hem de sürü dinamik kavramlardır.
Bir düşünce farklıyken sürüye dönüşebilir; sürü olan bir yapı da kendi içinde yeni bir farklılığa gebe olabilir.
Peki bu durumda neyi farklı kılan şey nedir?
Yalnızlık mı?
Çoğunluktan uzak durmak mı?
Kendisini tekrar etmeyen düşünce mi?
Eleştirinin en güçlü yanı, farklılık ile kolektiflik arasındaki çizgiyi sorgulamasıdır.
Ama aynı zamanda bu sorgulama, farklılığı yalnızca şekilsel, dışsal bir pozisyon olarak anlamaya başladığında zayıflar.
Çünkü burada farklılığın ruhuna değil, sadece yapısına bakılmaktadır.
Sanki önemli olan ne düşündüğün değil, kaç kişiyle düşündüğündür.
Oysa farklılık, sayılardan çok, niyete ve yönelime dair bir meseledir.
Bir insanın bir fikirle ilişkisi, o fikirle kaç kişi yürüdüğüyle değil, o fikirle neden yürüdüğüyle ilgilidir.
Eleştiri bu noktada, farklı düşünmeyi yalnızlıkla özdeşleştirerek hataya düşer.
Ama Schopenhauer’in söyleminde, yalnızlık bir sonuç değil, bir bedeldir.
Farklı düşünenin sürüden dışlanması, onun yalnız kalmasının nedeni değil, onun farklılığına duyulan tahammülsüzlüğün bir ürünüdür.
O hâlde mesele şudur:
Farklı düşünmek yalnızlık yaratabilir, evet. Ama her yalnızlık, sürüye karşı özgürlüğün ta kendisi değildir.
Ve her topluluk da sürü değildir.
- Bölüm – Eleştirinin Eksikliği: Farklılık Nerede Başlar, Nerede Biter?
Eleştirinin açığa çıkardığı sorular kıymetliydi, evet.
Ama bu eleştirinin gözden kaçırdığı bir şey var:
Schopenhauer’in sözünü, evrensel bir yalnızlık vaazı gibi anlamak, onu karikatürleştirmektir.
Sanki düşünür şöyle demiş gibi: “Herkes her konuda farklı düşünmeli, yoksa sürüleşir.”
Oysa bu, insan doğasına aykırı bir taleptir.
İnsan, her konuda farklı düşünebilecek bir varlık değildir.
İnsan, duygusal ve entelektüel olarak benzer yolları takip eder.
Aynı dili konuşan, aynı fiziksel çevrede yaşayan, benzer ihtiyaçlara sahip canlılar olarak; gündelik yaşamın, akıl ve doğanın birçok alanında ister istemez mutabakatlara varırız.
Trafik ışığına aynı şekilde tepki veririz, ateşi tehlikeli buluruz, suyun susuzluğa iyi geldiğinde hemfikiriz.
Burada farklılık değil, ortaklık doğaldır.
Ve bu, insanın toplumsal bir varlık olarak varlığının temelidir.
Ama Schopenhauer’in kastı bu değildi.
Onun işaret ettiği alan, yaşamın mantıksal değil, varoluşsal boyutudur.
İnançlar, anlam arayışları, ruhsal yönelimler, içsel kararlar—yani insanın kendiyle baş başa kaldığı o derinlikli alan…
İşte farklılık orada doğar.
Ve orada, sürü farklı düşünene gerçekten tahammül edemez.
Çünkü burada mutabakat zorunlu değildir.
Burada uzlaşma, hayatta kalmak için değil; konforlu bir bilinç için aranır.
Ve burada farklı olan, sadece “başka türlüsünü söyleyen” değil, “başka türlüsünü yaşayan” kişidir.
Bu nedenle farklılık, çoğu zaman teolojik ve psikolojik düzlemde belirir.
İnsan, Tanrı’yla olan ilişkisini, yaşamın anlamını, acının kaynağını ya da mutluluğun niteliğini sorguladığında farklılaşır.
Ve bu farklılık, toplumun ortak aklını değil, ortak korkularını sarsar.
Eleştirinin eksik kaldığı yer tam da burasıdır:
Her konuda farklılaşmak mümkün değildir ve gerekli de değildir.
Ama bazı konularda farklılaşmak zorunludur, çünkü o konular insanın içsel bütünlüğünü belirler.
Aynı yolu yürümeyen insanların aynı yöne bakmaları beklenemez.
Ve aynı yöne bakmayanlar, birbirlerini tehdit gibi algılamaya başlar.
Sürü, işte burada kendini belli eder.
Bu yüzden, farklı düşünmek yalnızca bir fikir üretmek değil, bir yön tayini meselesidir.
Ve insanın kendi yönünü, içsel ihtiyaçlarına ve ruhsal sağlığına göre tayin etme hakkı vardır.
Toplum bunu her zaman kabul etmese bile.
- Bölüm – Bizim Katkımız: Farklılık, Yalnızlık ve Ruhsal Hakikat
Farklı düşünmek, aslında bir insanın özgürlüğünü ilan etmesidir.
Bir insan, içindeki seslere kulak verdiğinde, bazen yalnızlıkla karşılaşır.
Ve yalnızlık, fark edilmeden bir bedel haline gelir.
Ama yalnızlık, yalnızca bir sonucu değil, bir yolculuğun ilk adımıdır.
İçsel yolculuk, kendini arayış, farklı düşünme süreci, sadece toplumsal normlardan sapmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin içindeki o derinliği keşfetmesini sağlar.
Çünkü farklı düşünmek, bazen sadece bir dışsal etiketin ötesine geçmeyi gerektirir.
Bir insan, bir görüş ya da düşünce biçimiyle, toplumsal görüşlere, hatta kendi içindeki toplumsal normlara karşı çıkarken, gerçekte çok daha derin bir içsel devrim yaşar.
Bu devrim, yalnızca akıl ve mantıkla değil, insanın varoluşsal duygularıyla, ruhsal arayışlarıyla ilgilidir.
Bir kişi farklı düşündüğünde, çoğu zaman karşısındaki topluluk, onun düşüncesini bir tehdit gibi algılar. Ama bu tehdit, sadece kolektif bir tepki değil; bir tür ruh çatışmasıdır.
Çünkü her insanın içindeki özgürlük, toplumun dayattığı sınırlarla çatışma noktasına gelir.
Ve o hâlde, gerçek özgürlük bedelini ödeyenin hakkıdır.
- Bölüm – Varoluşsal Sonuçlar: Sürünün Sustuğu Yerde İç Ses Başlar
Farklı düşünmek, yalnızca bir toplumsal mücadele değil, bir varoluşsal seçimdir.
Ve bu seçim, genellikle yalnızlıkla sonuçlanır.
Ama bu yalnızlık, sadece dışarıdan gelen bir dışlanma ya da dışlamadan ibaret değildir.
Bazen içsel bir yalnızlık, kişinin kendi doğrularıyla ve içsel hakikatiyle barış yapma sürecidir.
İçsel yalnızlık, bir bakıma, insanın en derin benliğiyle temas kur

Yorum gönder