FRİDA KAHLO & DİEGO RİVERA: YARAYI GÖSTERMEK DEĞİL, YARAYI RESMETMEK
“Hayatımda iki büyük kaza geçirdim: biri tramvay kazası, diğeri Diego.” Frida Kahlo
Frida Kahlo & Diego Rivera: Kısa Bir Hikâye
Frida Kahlo (1907–1954) ve Diego Rivera (1886–1957), 20. yüzyıl Meksika’sının en ikonik sanatçı çiftidir. Tanışmaları 1928 yılında, Frida’nın Diego’ya resimlerini gösterdiği bir günde başladı. O sırada Diego, zaten ünlü bir duvar ressamıydı. Frida ise genç, isyankâr, geçirdiği tramvay kazasından sonra bedeni kadar ruhu da derin yaralar almış bir ressamdı.
Ertesi yıl evlendiler. Aralarındaki yaş farkı, fiziksel farklılıklar ve sosyal çevrelerinin yorumları bu evliliği “güvercin ile filiğin evliliği” olarak anılmasına neden oldu. Ancak bu ilişki hiçbir zaman yalnızca romantik bir bağ değildi. Tutku, ihanet, sadakat, entelektüel çekim, siyasi ortaklık ve bireysel acılar bu ilişkinin temel unsurlarıydı.
Frida’nın resimleri genellikle kişisel acılarını ve kimlik arayışını konu alırken, Diego’nun muralları daha çok devrim, işçi sınıfı ve tarihsel bilinçle örülüdür. Frida, Diego’ya duyduğu aşkı, bir yandan ona taparak, bir yandan da ondan özgürleşmeye çalışarak yaşamıştır. Bu ilişki boyunca her ikisi de birbirlerini hem yıkmış hem de yaratmışlardır.
İlişkiyi kim başlatıyor?
Frida başlatıyor.
1928 yılında, Frida 21 yaşındayken, Diego Rivera’nın yaptığı bir duvar resmini izlemeye gider. O sırada Diego, ülkenin en tanınmış sanatçılarındandır. Frida, resimlerini yanına alıp Diego’nun yanına gider ve doğrudan şu soruyu sorar:
“Resmim bir şey ediyor mu? Yani, gerçekten resim yapmalı mıyım?”
Bu cümle aslında hem Frida’nın özgüveninin hem de kırılganlığının işaretidir. Diego, resimlere uzun uzun bakar ve sonra dönüp şöyle der:
“Senin içinde barut var. Resmetmeye devam et. Sen farklısın.”
Bu karşılaşma, ilişkinin hem başlangıcı hem de ikisinin sanat üzerinden kurduğu ilk bağdır. Yani, ilişkiyi başlatan Frida’dır ama Diego’nun onayı, Frida’nın hayatını başka bir yöne çevirir.
Frida’nın kazadan kalan fiziksel kusuru nedir?
Frida, 18 yaşındayken (1925’te), Mexico City’de bindiği otobüs bir tramvayla çarpışır. Bu kaza onun vücudunda kalıcı ve ağır hasarlara yol açar:
- Omurgası üç yerden kırılır.
- Sağ bacağı 11 yerden kırılır.
- Leğen kemiği parçalanır.
- Sol omzu yerinden çıkar.
- En sarsıcı olanı ise: bir demir çubuk kasık bölgesinden girip vajinasından çıkar.
Bu travma yalnızca bedensel değil, aynı zamanda cinsel, duygusal ve varoluşsal bir yaraya dönüşür. Kadın bedeni, üretkenliği, arzusu, doğurganlığı bu kaza ile simgesel olarak “kesintiye uğrar.”
Bu kazadan sonra Frida’nın çocuk sahibi olma şansı kalmaz. O ise hem anneliği arzulayan hem de kendi bedenini onaramayan biridir. Bu içsel çatışma, onun otoportrelerinde sıkça gözükür: yaralı beden, kanayan rahim, kesilmiş saç, açılmış damarlar…
Bu acıyı neden bir ilişkiyle daha da acılı yapmıştır?
Çünkü Frida’nın acısı pasif bir kurban acısı değildir. O, acıdan kimlik çıkarır. Ve Diego da bu kimliğin hem nedeni hem de nesnesi olur. Diego, onu bir kadın olarak etkiler, bir sanatçı olarak yüceltir ama aynı zamanda bir erkek olarak sıklıkla ihanete uğratır. Frida’nın şu sözü çok anlamlıdır:
“Hayatımda iki büyük kaza geçirdim: biri tramvay kazası, diğeri Diego.”
Acı, Frida için yalnızca bir yaralanma değil; aynı zamanda yaratım, dönüşüm, ifade ve varlık kazanma alanıdır. Diego ile yaşadığı acılı ilişki, onun zaten acılı olan hayatının uzantısıdır. Belki de Diego’nun aşkı, en az kazadaki demir çubuk kadar içini delip geçen bir şeydir.
Frida tablolarında şöyle der sanki:
“Canımı mı yakmak istiyorsunuz? Benden bu kadar mı nefret ediyorsunuz? Öyle yapılmaz o iş… Al, bak acı nasıl çektirilir, gör.”
Bu, neredeyse Frida’nın resimlerinin iç sesi gibi:
“Acı mı? Bekleyin, size acının ne olduğunu resmedeyim.”
Kaderle Eşitlenme ve Kendi Kendine Cezalandırma
İnsan, bazı acılardan sonra kendini yalnızca bir “kurban” gibi görmez. Bilinçaltı şöyle der:
“Bu bana boşuna olmadı.”
Ama bu, bir suç itirafı değil, bir ceza çağrısıdır.
İşte burada insan “acıyı bir başkasından değil, kendi içinden çıkarmaya” başlar. Frida da öyle yapar. Kaza, onun bedenini parçalar ama asıl parçalanma, acıya sahip çıkmasıyla başlar.
Onu mahveden kazayı, onu aldatan Diego’yu, doğuramayan rahmini, kayıp bebeklerini… hepsini tekrar tekrar resmeder. Ama nasıl?
İzleyeni rahatsız edecek, tiksindirecek, utandıracak bir sadakatle.
Çünkü:
- “Siz beni acıyla mı terbiye etmek istiyorsunuz?”
- “Hayır. Ben acıyı terbiye edeceğim. Size göstereceğim: Ne kadar ileri gidilebileceğini…”
Bu noktada Frida, artık sadece ressam değil, kendi celladı, kendi anatomisti, hatta kendi mitologudur.
Acıyı Ben Çekerim, Ama Nasıl Çekileceğini de Ben Bilirim
Bazı insanlar başlarına gelen felaketleri dışarıya bağlar. Birilerini suçlar, kaderi ya da Tanrı’yı ya da toplumu hedef alır. Ama bazıları —ve ben onlardanım sanırım— başına gelenleri sahiplenir. Kendi cehennemini kendi elleriyle kurar. Çünkü başka türlü mümkün değildir.
Kader, dışarıdan gelen bir misafir değil artık. İçeride doğmuştur. Kendini cezalandırmak, kendine hak gördüğün bir sanata dönüşür. Çünkü şöyle bir duygunun içine düşersin:
“Canımı mı yakmak istiyorsunuz? Benden bu kadar mı nefret ediyorsunuz? Öyle yapılmaz o iş. Al, bak, ben yapayım da görün acı nasıl çektirilir.”
Bu bir intikam değil.
Bu bir gösteri.
Bir tür “Acının Estetiği.”
Frida’nın her tablosu bu estetiğin parçasıydı. Kendi vücudunun ortasına sütun yerleştirdi, çiviler çaktı, kalbini dışarıya çıkardı, dökülen kanını çiçek gibi boyadı.
Çünkü şunu çok iyi biliyordu:
“Eğer başkası seni mahvedemiyorsa, sen kendini mahvedebilirsin. Ama sanatsal bir mahvediştir bu. Sahip çıkılmış, estetikleştirilmiş, yönetilmiş bir felakettir.”
Kimseye acındırmaz kendini.
Ama herkes onun acısında kendini bulur.
Son olarak, Frida Kahlo ile Diego Rivera’nın ilişkisini dört ana başlıkta resmetmeye çalışalım.
1. Frida’nın Beden Siyaseti: Acının Bedeni, Direnişin Yüzü
Frida Kahlo, bedeniyle dünyayı ve dünyayı da kendi bedeniyle anlatan bir sanatçıdır. Onun için beden, yalnızca etten ve kemikten oluşan bir varlık değil; yaşanmışlıkların, yaraların, arzuların ve kayıpların taşıyıcısıdır.
Geçirdiği korkunç kazadan sonra bedeninde 32’den fazla ameliyat yapılmıştır. Ancak bu yaralı beden onun sanatı için bir engel değil, neredeyse bir tuvaldir. Otoportreleriyle kendini defalarca resmetmesi bu yüzden sıradan bir narsisizm değil, bir kendini hatırlama ve dünyaya haykırma biçimidir.
Kahlo’nun resimlerinde beden parçalanmıştır ama özne dağılmamıştır. Onun acısı, bastırılmış değil; sahnelenmiş, hatta kutsanmıştır. Bu, özellikle kadın bedeninin utandırıldığı, sansürlendiği ve metalaştırıldığı bir dünyada radikal bir tavırdır. Frida’nın çıplaklığı pornografik değil; politik ve poetiktir.
Ve Diego ile olan ilişkisinde de beden hep vardır: arzunun bedeni, aldatmanın bedeni, özlemin bedeni… Diego’nun başka kadınlarla olan ilişkileri, Frida’nın bedeninde ikinci bir sarsıntı yaratır. Ama o bu ihaneti de dönüştürür. Çünkü o, kırılmayı resmeden ama kendisi kırılmayan bir figürdür.
2. Diego’nun Kamusal Sanatı ile Özel Hayatındaki Gerilim
Diego Rivera, duvar ressamlığıyla tanınır. Onun eserleri geniş yüzeylere, halkın gözünün önüne, kamusal alana yerleşir. İşçi sınıfı, devrim, sosyal adalet onun temel temalarıdır. Kendini Marksist bir halk sanatçısı olarak tanımlar.
Ancak Diego’nun özel hayatındaki davranışları bu kamusal idealizme her zaman paralel değildir. O, cinsellik konusunda dizginsizdir. Sadakat fikrine mesafeli durur. Hatta Frida’nın kız kardeşiyle bile birlikte olması, bu gerilimin doruk noktasıdır.
Bu çelişki, “kamusal ahlak” ile “özel ahlak” arasındaki uçurumu gösterir. Diego, duvarlara özgürlük çizerken, sevdiği kadının kalbinde kendi iktidarını kurar. Ve Frida, bu iktidarı hem içselleştirir hem de ona direnir.
Sanatın kamusallığı ile aşkın mahremiyeti, bu çiftin ilişkisinde sürekli çarpışır. Frida’nın bireysel, içe dönük, otobiyografik sanatı; Diego’nun dışa dönük, ideolojik, kolektif sanatıyla karşıtlık içindedir. Ama bu karşıtlık, bir düşmanlık değil; trajik bir tamamlayıcılıktır.
3. Kadın Sanatçının Eril İlişki İçinde “Özne” Kalma Çabası
Frida’nın hayatı, “bir erkeğin karısı olmak” ile “kendi sesini bulmak” arasında sürekli salınır. O, Diego’nun gölgesinde kalmayı hiçbir zaman kabul etmez. Sanat tarihçileri onu önce Diego’nun eşi olarak tanıttığında, bu durumu resimleriyle yıkmıştır.
O, sadece Diego’nun aşkı değil, onun eşiti olmak ister. Ancak bu eşitlik savaşı, bir kadının sanat ve aşk içindeki varoluş mücadelesidir. Diego’nun büyük bedeni ve ünü karşısında Frida’nın sessiz ama yıkıcı bakışları, onun eril çerçeveyi kırma çabasıdır.
Frida’nın şu sözü bu çabanın özeti gibidir:
“Ben Diego’ya hiçbir zaman ait olmadım. O ise beni her zaman kendi resmi gibi gördü.”
Bu cümledeki acı, aynı zamanda sanatçının kendi öznelliğini ilanıdır. O, bir model değil, bir sanatçıdır. Bu ayrım, bütün ilişki boyunca gözle görünmez ama ruhla hissedilir bir mücadeledir.
4. Ortak Üretim: Yaralanarak Yaratmak
Her ne kadar ayrı tekniklerde çalışsalar da Frida ile Diego’nun sanatları birbiriyle konuşur. Diego’nun büyük duvarları varsa, Frida’nın derin otoportreleri vardır. Biri kamusal belleği boyar, diğeri kişisel hafızayı kazır.
Bu iki yaklaşım, aslında aşkın da iki yüzüdür:
- Diego: Büyük fikirlerin, kalabalıkların, hareketin resmini yapar.
- Frida: İç dünyanın, sessiz çığlıkların, kanayan ilişkilerin.
Bazen Frida’nın tabloları, Diego’nun resimlerine sessiz bir yanıt gibidir. Örneğin Frida’nın “Diego’nun Portresi” adlı çalışmasında, onu bir üçüncü gözle çizer — bu, hem hayranlık hem de öfke taşıyan bir bakıştır.
İkisinin üretimi, birbirlerini iyileştiren değil, birbirleriyle yara açarak yaratılan bir sanattır. Frida acıyla, Diego fikirle üretir. Biri içeri, diğeri dışarı bakar. Ve her ikisi de bu üretimi, aşkın kendisi gibi, eksik ve çelişkili bir bütünlük içinde yapar.
Yorum gönder