Şimdi yükleniyor

GÖRÜNEN BEDEN, KAYBOLAN RİTİM

“İnsan ancak bir şeye uzak olduğunda, ona yaklaşmanın anlamını bilir.”
— Georges Bataille

Ben bu yazıyı, ne kimseyi yargılamak, ne de bir tercih biçimini suçlamak için yazıyorum. Aslında sadece bir gözlemimi, bir hissimi, belki de biraz şaşkınlığımı ve gözlemlediğim ritim kaybını paylaşmak istiyorum. Doğru mudur, değil midir, bilemem. Ama ben bu çağda yaşayan bir erkek olarak, bazı şeylerin hızla değiştiğini görüyor ve bu değişimin bizden bir şeyler eksilttiğini hissediyorum.

Benim ilk gençlik yıllarımda, birinin eline dokunmak, onunla göz göze gelmek, saatlerce bir bankta oturmak bile başlı başına bir şeydi. Zordu, nadirdi ve o yüzden anlamlıydı. Şimdi ise kadın bedeni, neredeyse her yerde, her an görünür. Bu bir özgürlük müdür? Belki. Ama bu özgürlük, aynı zamanda başka bir tutsaklığı da doğuruyor olabilir. Çünkü bu kadar görünürlük, bu kadar maruz kalma hali —benim kanaatimce— insanın, özellikle de erkeğin doğasına biraz ağır geliyor.

Ben bunu sadece ahlaki değil, sinirbilimsel bir mesele olarak da görüyorum. Çünkü insan dediğimiz varlık, çok büyük oranda biyolojik bir makine. Göz, zihne giden en etkili yollardan biri. Ve erkek beyni, binlerce yıllık evrimsel süreçte, özellikle görsel uyarıcılara karşı fazlasıyla hassas kodlanmış. Kadın bedeni bu kadar teşhir edildiğinde, bu bir “bilinçli seçim”le izlenmese bile, zihne sürekli bir veri akışı gerçekleşiyor. Bu da, zamanla sistemin kendi içinde bozulmasına neden oluyor.

Bir uyarana bu kadar yoğun şekilde maruz kalmak —ve bu maruz kalışın bilinçle değil, sistemle ilgili olması— ister istemez bir alışkanlık yaratıyor. Eskiler buna “ülfet” derdi. Yani sürekli tekrarlanan, sürekli göz önünde olan şey, bir süre sonra anlamını yitirir. Ne arzu kalır, ne hayranlık, ne de bağ kurma ihtiyacı. Her şey çok kolay ulaşıldığında, hiçbir şeye gerçek anlamda bağlanamıyorsunuz. Çünkü bağ kurmak için önce bir mesafe gerekir. Ve o mesafe artık yok.

Burada bir parantez açmak isterim: Amerikan Psikiyatri Derneği’nin yayımladığı Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM), parafilileri (yani alışılmış cinsellik dışındaki yönelimleri) sekiz tipik ve yedi tanımlanmamış kategori altında inceler. En yaygın tipik parafililer arasında fetişizm, teşhircilik, röntgencilik, pedofili ve cinsel mazoşizm vardır. Bu yönelimlerin pek çoğunun temelinde, yoğun ve tekrarlı biçimde belli uyarıcılara maruz kalma, doyum mekanizmasının bu uyarıcılara şartlanması yatar. Elbette bu tanılar hastalık değil, ancak yönelim örüntüleridir; ama mesele şurada: Uyarana sürekli ve kontrolsüz şekilde maruz kalan zihin, zamanla sıradan olanı işleyemez hale gelir. Yani gündelik olan yetersiz, sıradan olan yavan gelir.

Bu yazıyla şunu anlak istiyorum: Kadınla erkek arasındaki doğal senkron, yani o yavaş ilerleyen, karşılıklı çözülme ve tanıma hali bozuluyor. Her şey çok hızlı. Her şey çok görünür. Ve bu hızın, bu görünürlüğün bedelini sadece arzu değil, ilişki, sevgi, güven ve sadakat gibi kavramlar da ödüyor.

Bu değişim kadın için bir özgürleşme midir? Belki. Ama aynı anda hem kadın hem erkek, kendi doğasından uzaklaşma pahasına bir özgürlüğü deneyimliyorsa, burada durup düşünmek gerekir. Çünkü özgürlük, insana iyi gelen bir şeydir; insanı yalnızlaştıran, anlamdan uzaklaştıran bir şey değil.

Ben bu yazıyı bir kanaatle bitirmek istemiyorum. Zaten bitirecek durumda da değilim. Ama şunu paylaşmak isterim: Şiire, felsefeye, edebiyata hatta mimariye-estetiğe ruh vermiş -kadın erkek ritminin kaybolduğunu düşünüyorum. Belki bu sadece benim zamanla, yaşla, değişen çağla kurduğum çelişkili bir duygudur. Ama yine de düşünüyorum: Arzuya bu kadar kolay ulaşılan bir dünyada, acaba gerçekten arzunun kendisi kalıyor mu?

Ve en çok da şunu merak ediyorum: Görmekle tüketmek arasında farkı kaybettiğimizde, acaba ne kadar insan kalıyoruz?