Hayal Gücünün Eşiğinde
“Semboller, bilinçdışının diliyle konuşan hayal gücüdür. Onları gerçeklik yerine koyarsan, büyülenirsin; çözümlersen, büyürsün.” Carl Jung
- yüzyılda yaşamış bir Osmanlı âlimini düşünelim. Uzun ve sert kışların hüküm sürdüğü Erzurum’da, gecelerin derin ve sessiz olduğu bir coğrafyada, bilginin sınırlı, kitapların nadir olduğu bir dünyada yaşıyor. Modern eğlence araçları, bilimsel yayınlar, internet ya da televizyon yok. Tek sermayesi, kutsal metinler ve bunlar etrafında dönen düşünsel miras. İşte Erzurumlu İbrahim Hakkı bu dünyada, yalnızca bilgiyi değil, hayal gücünü de devreye sokarak bir evren tasarlıyor.
Onun Marifetnâmesi sadece bir din kitabı değil; bir tahayyül atlasıdır. Melekler, yıldızlar, gezegenler, cennetler, cehennemler, huriler ve gılmanlarla bezeli bir kozmik düş gücü. Güneşin elmas arabaya konup 360 melek tarafından çekildiği bir gökyüzü… Arş-ı âzamı kuşatan yüz bin kanatlı devasa bir yılan… Cennetliklere hizmet eden, her biri yetmiş kat elbise giymiş, taravetli huriler… Ve tüm bu anlatılar, bir taraftan dini inançları beslerken, diğer yandan insanın hayal etme kudretini gözler önüne seriyor.
Şimdi düşünelim:
Eğer biz de o çağda yaşasaydık, biz neler hayal ederdik?
Güneşi neyin üzerine oturturduk?
Cehennemi nasıl yankılatır, cenneti neyle süslerdik?
Ama bu noktada bir şeyi de göz ardı etmemeliyiz. Bu anlatılar, insanlığın düşünsel çocukluk evresine aittir. Tıpkı çocukların yağmuru, gök gürültüsünü, yıldızları hayal gücüyle anlamaya çalışması gibi… Bu türden tasvirler de, insan aklının evreni açıklamaya başladığı ilk yaratıcı adımlardır. Ve tıpkı çocuklar gibi, insanlık da zamanla büyür. Akıl yürütmeye, eleştirmeye, sorgulamaya, ölçmeye başlar. Hayalden doğan evren tasavvurları, yerini gözleme ve düşünceye bırakır.
Yani bu tasvirler küçümsenecek değil, aksine anlaşılması gereken sembolik basamaklardır. Ancak, orada kalınmaması şartıyla. Bu metinlerdeki estetik, mecaz ve sezgi, bugünün aklıyla geriye bakıldığında bir tür düşünsel şiir gibi okunmalı; hakikat yerine alegori gibi anlaşılmalıdır.
İşte şimdi, bu çerçevede, Marifetnâme’den bazı bölümleri paylaşıyorum. Hayal gücünün nasıl bir evren kurabildiğine, insanın inanç yoluyla nasıl bir kozmik hikâye inşa ettiğine birlikte bakalım:
Alıntılar – Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme’den
‘’Sırat köprüsü, kıldan ince kılıçtan keskindir. Uzunluğu üçbin yıllık yoldur. Bin yıl yokuş, bin yıl düz, bin yıl iniş yoldur. O, cehennem üzerine kurulup, mahşer halkının cümlesi onun üzerinden geçip giderler. Kimi şimşek gibi, kimi ok gibi, kimi seğirtir at gibi, geçerler. Kimi günahlarını yüklenmiş yürür, kimi cehenneme düşüp yanar. Cehennem ise feryat eder ki: “Ey mümin! Tez geç ki hakikatte senin nurun, benim ateşimi söndürmüştür.” Şu halde müminler selametle sıratı geçerler. Kevser havuzundan içerler. Onda yıkanıp, ayıp ve noksanlarını tekmil ederler. Cennete girip, herkes mertebesince makamını bulur. Ebediyyen onda zevk ve safa ile kalır.’’
‘’Cennetle cehennemin arasında kale duvarı misali burç ve mazgalları yüksek bir büyük sur vardır ki, yüksekliği beşyüz yıllık mesafedir. Genişliği nihayetsiz, yapısı renkli cevherlere süslüdür. Ona araf adı verirler. Deliler, müşriklerin çocukları onun üzerinde kalırlar.”
“Ey aziz, malûm olsun ki, müfessirler ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taâlâ, yeryüzünü şiddetli bir rüzgâr ile dümdüz edip, Şam sahrasının hizasında mahşer yerini yüzbin yeryüzü kadar geniş eder. Arş altındaki hayat denizinden kırk gün devamlı olarak insan menisi gibi bu dünyaya yağmur iner. Bütün yeryüzü deniz gibi doldukta; çamur tabakasında toprak olan insan ve hayvan bedenlerinin tümü, o yağmuru çekip, bütün parçaları bir yere gelip, her ceset evvelki görünümünde olup, yeryüzünde bakla gibi biter…”
“…Sırata misal, babanın mesane yoludur. Cehenneme misal, fercin içidir. Kevsere misal, ananın nutfesidir.”
“Müminler için renkli döşeklerle süslü saraylarda ve şatolarda, yastıklar üzerinde aner saçlı, hilal kaşlı, kara gölü, güneş yüzlü, şirin sözlü, işveli ve nazlı, inci dişli, mercan dudaklı, gül yanaklı, selvi boylu, güzel huylu, gülden taze ve taravetli huri kızları vardır…”
“Yerler, içerler fakat ayak yoluna gitmezler. Yiyip içtikleri latif bir buhar gibi olup, gül suyu gibi bedenlerinden sızar, asla küçük su dökmezler…”
“Melekler ve ruhlar âleminin yaratılmasından ikibin yıl sonra Hak Teala’nın ezeli iradesi diledi ki, nam ve şanını ortaya çıkarmak için cisimler âlemini yarattı…”
“Acuzeye, çirkine, hastaya, küçük bâkireye ve uzun süredir cima olunmayan dula cimadan kaçınılmak elzemdir… Genç ve güzel kadınla cima, vücuda sıhhat, hislere kuvvet verip, tabiatı mesrur ve kalbi huzur dolu eder…”
“Hak Taâlâ bu deniz içinde, güneş için üçyüz altmış kulplu elmas cevherinden bir araba yaratıp, güneşi üzerine koymuştur… Ayı onun üzerine koymuştur. Her bir kulpu kavramak için bir melek tayin etmiştir…”
“Yıldızların büyüklerine onar melek, küçüklerine birer melek tayin olunmuştur…”
“Bu safların gerisinde bir büyük yılan vardır ki, arş-ı âzamı kuşatır. Yılan, başını kuyruğu üzerine koymuştur. Başı beyaz inciden, vücudu sarı altından, gözleri kırmızı yakuttan yaratılmıştır…”
“Unutulmamalı ki, buraya gelinceye değin yazılan satırların cümlesi, dini işlerden olmakla; bunların hepsini kesin tasdik ve iman ile inanmak, hepimize çok mühim ve çok gereklidir. Zira ki, bunlar din işlerinden, din usulündendir. Bunları, aklî delillerle kıyas etmek caiz değildir.”
Yorum gönder