İki Kesin İnançlı Arasında: Siyasal İslamcılar ve Siyasal Kemalistler
“Kesin inançlı, yaşadığı hayattan umudunu kesmiş insandır. Bu nedenle, bir dava uğruna kendini feda etmek ona yaşamak kadar doğal gelir.”
— Eric Hoffer, Kesin İnançlılar
Türkiye’de bugün iki ana damar var:
Biri, herkesi Müslüman yapmaya çalışan siyasal İslamcılar;
diğeri, herkesi Kemalist yapmak isteyen siyasal Kemalistler.
İki taraf da kendini bu toprakların “asıl sahibi” olarak görüyor. İki taraf da karşısındakini “ihanetle” suçluyor. Ve iki taraf da farkında olmadan ”diğerine” aynı kelimelerle konuşuyor:
“Millet düşmanı”, “vatan haini”, “İngiliz uşağı”, “ajan”, “Biz olmasaydık baban kim olurdu?”, “Ermeni”, “Mason”, “Musa’nın çocuğu”, “Kripto Yahudi”, “Bunlar zaten Türk değil”…
Bunlar farklı kamplardan geliyor gibi görünse de, aynı zihinsel kökten besleniyor: kendini merkez ilan etme — efendi olma — içgüdüsü.
Ben bu yazıda özellikle Kemalist tarafı konuşmak istiyorum. Çünkü bu taraf, genellikle “kültürlü, kentli, laik, ilerici, Aydınlanmış” kimliği temsil ettiğini düşünür. Kendini “cahil cühelaya” karşı bir barikat gibi konumlandırır.
Bu kibrin arkasında tarihsel bir haklılık payının olduğunu, bir imparatorluğun enkazından bir Cumhuriyet çıkarmış bir kadronun mirasçısı olduğunu düşünür; kendini öyle hisseder.
Ama mesele şu ki, aydınlanmış/seçilmiş/ulvi olduğunu sanmanın kibridir bu. Bu, ehlinin “grandiyöz benlik” (büyüklük tasarımı) dediği, paranoid kişilik bozukluğudur.
AK Parti’nin, yani siyasal İslamcıların, 23 yıllık kesintisiz iktidarına rağmen hâlâ halkın büyük çoğunluğunun desteğini korumasını sadece “propaganda”, “oy hırsızlığı”, ”makarna” ya da “korku” ile açıklamaya çalışmaları ciddi bir semptomdur.
Burada daha derin bir mesele var: Halkın bir kesimi, yoksullaştıran, yozlaştıran, çürümüş bir iktidarı tercih ederken aslında Kemalizm’den her ne pahasına olursa olsun kaçıyor, kaçınıyor olabilir.
Kemalistler yıllardır şu soruyu sormaktan kaçıyorlar: “Biz bu insanlara ne yaptık, nasıl kırdık, ne yaşattık ki bize bu kadar öfkeli ve mesafeliler?”
Bu soru, hem ahlaki hem de siyasal bir sorudur.
Bu halkı makarnacı, göbeğini kaşıyan adam, bidon kafalı, cahil cühela diye aşağılamakla, onların özgürlük, onur, aidiyet duygularını da aşağılamış oldular. Küçük çocukları tek sıraya sokarak, politik fantezilerine ve anlatılarına ant içtirmenin yapacağı tahribatı ölçemediler. Bu halk, ant içtirilen o çocuklardan oluşuyor.
Halk, kendi yoksulluğu içinde bile, kendisini hor gören bir merkeze değil, kendisine seslenen bir merkeze yakın durur. İktidarın bütün yolsuzluklarına, skandallarına, hatta açık zulümlerine rağmen, milyonlarca insanın hâlâ “bizden biri” diyerek AK Parti’ye sarılmasının nedeni işte budur: gururunu, kimliğini ve varlığını orada duyuyor/buluyor.
Bugün AK Parti’nin 11 milyon, CHP’nin 2 milyon üyesi olması, sadece bir örgütlenme başarısızlığı değildir.
Bu sayı farkı, Türkiye’de kimlerin gerçekten “inançlı” olduğunu gösteriyor; ideolojik ve teolojik değil, varoluşsal anlamda.
Kemalizm, halkı bir tür kültürel ve politik proje olarak görürken; siyasal İslam, halkın kendi hikâyesini onlara geri satmayı başardı.
Biri “aydınlatmak” isterken, diğeri “duyulmak” istedi.
İkincisi kazandı.
Kemalistler şu soruyu da düşünmelidir:
Peki neden “cumhuriyetçi”, “özgürlükçü”, “demokrat”, “laik” olmak için illa “Kemalist” olmak gerekiyor?
Eric Hoffer’ın dediği gibi, “Kesin inançlı insan, bir davaya inandığını değil, o dava sayesinde var olduğunu sanır.”
Bugün Türkiye’de hem siyasal İslamcı hem de Kemalist kitle, inançlarının değil, kimliklerinin esiri olmuş durumda.
Her iki taraf da kendi hakikatini mutlaklaştırdıkça, ortak bir ülke duygusu biraz daha eriyor.
Belki de bu ülkenin en büyük sınavı, bir inanca değil, bir insana tahammül edebilmek olacak.
Yorum gönder