Kanla Kurulan Meşruiyet: Fetih, İşgal ve Ahlaki Körlük
“İnsan, tanrılar adına işlediği suçlarda kendini daha masum hisseder.” – Byung-Chul Han
Bir gün evinizde oturduğunuzu hayal edin.
Eşiniz, çocuklarınız, sevdikleriniz yanınızda. Huzur ve emniyet içindesiniz.
Sonra bir sabah, eli baltalı, kılıçlı, öfkeli on binler kapınıza dayanıyor.
Tanrının buyruğuyla geldiklerini, peygamberin teşvikiyle yola çıktıklarını söylüyorlar.
Teslim olmanızı istiyorlar.
Evinizi, kentinizi, mabedinizi, kimliğinizi, dualarınızı terk etmenizi istiyorlar.Böyle bir anda ne hissederdiniz?
O gelen millet hakkında, o elçi, o tanrı, o kutsal kitap hakkında ne düşünürdünüz?
Kalbinizde hangi iz kalırdı?Bugün yazdığım deneme tam da bununla ilgili:
Bugün İstanbul’un “fethi”nin yıl dönümü. Resmî törenler, sosyal medya paylaşımları, coşkulu nutuklar ve minarelerden yükselen dualarla kutlanıyor bu gün. Ama ben bugün, konuşulması zor bir konuyu açmak istiyorum. Çünkü düşünmekten çekinmiyoruz. Düşünmek, ancak zor soruları göze alabilenlerin işidir.
Önce bir temel soru: Fetih nedir? İşgal nedir?
Bu, tamamen bakış açına göre değişir. Bir halk için “kurtuluş” olan, başka bir halk için “felaket”tir. Bir milletin zaferi, başka bir milletin yıkımıdır. İstanbul’un 1453’teki alınışı da tam olarak böyledir. Bizim tarih kitaplarımızda “kutlu bir zafer”tir, ama Bizanslılar için bin yıllık bir medeniyetin çöküşü.
Bu olay sadece askeri bir hadise değil, bir ritüelin doğuşudur. Her yıl tekrar edilen, her nesle aktarılan, kutsallaştırılan bir anlatı… “İstanbul’u fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel asker.” Bu söz (hadis), İslam dünyasında kuşaklar boyu yankılandı. İmam Hatip okullarında duvarlara asıldı, yıllarca müfredatın içinde yer aldı. Ben de bir İmam Hatip mezunuyum. O hadisin sened bakımından zayıf olduğunu yıllar sonra öğrendik. Ama esas problem bu değil.
Hadisin sahih olup olmaması, onun etkisini azaltmıyor. Çünkü bu söz, bir ideolojinin, bir zihniyetin üzerine inşa edildiği temel taşlardan biri oldu. Ve kimse çıkıp da şunu söylemedi: “Bu Peygamber’e yakışmaz. Bu sözü söylemiş olamaz. Bu bize, insanlığa, merhamete, adalete yakışmıyor.”
Bu sessizlik, aslında neyin kutsandığını gösteriyor: Tahakküm.
İstanbul’un alınışı 2 ay süren bir kuşatmanın ardından gerçekleşti. 60-65 bin kişilik bir ordu, 10-12 bin kişilik bir şehir nüfusuna karşı savaştı. Ağır toplarla surlar dövüldü. Şehir düştüğünde, 3 gün boyunca yağma izni verildi. Mabetlere el konuldu, insanlar köleleştirildi, şehir yeniden adlandırıldı, inançlar dönüştürüldü. Ve bu, Tanrı adına yapıldı. Göklerde meleklerin, yerde müminlerin bu olayı kutladığına inanıldı. Yüz yıllar boyunca da bir bayram gibi kutlandı.
Ve hala kutlanıyor.
Peki ama neyi kutluyoruz? Kimin acısının üzerine inşa edilmiş bir bayram bu?
İnsanın doğasında acımasızlık var. Ama daha derininde yatan bir şey daha var: meşrulaştırma arzusu. İnsan, yapacağı eylem ne kadar korkunç, ne kadar ahlaksız, ne kadar hukuksuz olursa olsun, bir meşruiyet bulduğunda asla gözünü kırpmıyor. Hele ki bu meşruiyet kutsal bir kaynaktan geliyorsa — Tanrı’dan, peygamberden, evliyadan — artık tüm eylemler mübah. Öldürmek sevap, çalmak ganimet, işgal etmek fetih, tahakküm kurmak adalet oluyor.
Bu yüzden bu yazının ana meselesi şu: İnanç, işgalin meşruiyet aracı olduğunda insanın ahlaki pusulası bozulur. Ve daha kötüsü, yüzyıllar geçse de bu pusula kendini onaramaz. Hâlâ aynı övünmeler, hâlâ aynı kutsamalar. Bu, bir toplumun kendi geçmişinden utanç duymaması değil, kendi geçmişiyle yüzleşmeyi becerememesi meselesidir.
Bugün, ritüellerin anlamını sorgulayan Byung-Chul Han gibi düşünürlerin söyledikleri bu noktada çok kıymetli: Ritüeller, şiddetin biçimlendirilmiş halidir. Şiddet bittiğinde başlamaz; şiddet böylece estetize edilir, normalleştirilir, kutlanır.
İşte İstanbul’un fethi de bu türden bir ritüeldir artık. Şiddet, zafer olarak paketlenmiş, estetikle yaldızlanmış, kutsal bir anlatıya dönüştürülmüştür. Bu yüzden hâlâ Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesini “zafer” olarak duyuran manşetler atılır. Hâlâ insanların gözünün içine bakarak “biz geldik, yine geliriz” mesajları verilir.
Ama dünyada hâlâ umut var. Belki de, bir daha böyle bir fırsatımız olmadığı için. Belki de, insanlık geçmişin acılarını romantize etmeyi bırakıp, gerçekten evrensel bir adalet duygusu inşa etmeye başladığı için.
Fetihler kutsal değildir. İşgal, ne zaman Tanrı adına yapılırsa yapılsın, işgaldir. Ritüeller her zaman şiddetin tortularını taşır. Ve insan, kendi şiddetiyle yüzleşmeden evrensellik iddiasında bulunamaz.
İstanbul’un fethini değil, İstanbul’un insanlığa yeniden açıldığı günleri kutlamak istiyoruz. Herkesin mabetlerine saygı duyulduğu, kimsenin diliyle, inancıyla, kökeniyle ezilmediği günleri. Belki o zaman gerçekten güzel bir komutan ve güzel bir asker çıkabilir ortaya. Ama bu kez fethetmek için değil, iyileştirmek için gelirler.
“Tarihin kutsallaştırılması, suçun unutturulmasıdır.” – Régis Debray
Yorum gönder