Şimdi yükleniyor

KELİME-İ ŞEHADET ÜZERİNE ÇOK KATMANLI BİR BAKIŞ

Teoloji, Felsefe, Psikoloji ve Hukuk Ekseninde Şahitlik

“Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”

“Şahit olmak” ve “şahitlik etmek” kavramları; felsefi, teolojik, hukuki ve edebi anlamlar taşır. Bu kavramı birkaç boyutta açmaya çalışalım:

  1. Lügat ve Köken

“Şahit” kelimesi Arapça şehide kökünden gelir. “Görmek, tanıklık etmek, hazır bulunmak” anlamlarını taşır. Kur’an’da “şehid” olarak geçen bu kelime, hem bir olaya tanık olanı hem de Tanrı’nın huzurunda doğruluğa tanıklık eden kişiyi anlatır.

  1. Teolojik Boyut

İslam düşüncesinde Allah, her şeyin “şahidi”dir (ve kâne Allâhu alâ kulli şey’in şehîdâ). Yani hiçbir şey O’ndan gizli değildir. Bu anlamda şahitlik yalnızca bir görme değil, bütünlükle kavrama ve “hakikatin yanında durma” eylemidir. Aynı kökten gelen “şehit” ise tanıklığın son mertebesini, canla yapılan tanıklığı ifade eder.

  1. Hukuki Boyut

Modern hukukta şahitlik, bir olayın doğruluğunu ve gerçekliğini mahkemeye ya da topluma beyan etmektir. Bu tanıklık yalnızca bilgiye değil, güvene ve ahlaka da dayanır. Yalan şahitlik, sadece hukuki değil, ahlaki bir suçtur.

  1. Felsefi ve Ontolojik Boyut

Şahitlik, varlık karşısında insanın konumunu da belirler. Bir olaya şahit olmak, onu yalnızca gözlemlemek değil; onunla bağ kurmak, sorumluluk üstlenmektir. Heidegger’in Dasein’ı gibi: Varlığın farkında olmak, onu taşımanın yükünü de beraberinde getirir. “Şahit oldum” demek, “Artık bu bilgiyle yaşamayı göze aldım” demektir.

  1. Edebi ve Şiirsel Boyut

Şahitlik etmek kimi zaman bir kalbin yüküdür. Tanıklıklar, insanın vicdanında yankı bulur. Bazen bir aşkın, bazen bir ihanetin, bazen de bir zulmün şahidi oluruz. Ve insan bazen yalnızca tanık olduğu için bile yara alır:

“Şahit olmak, bazen fail kadar yıpratıcıdır.”


İnanç Beyanı Olarak Şahitlik

Bir inanç beyanının epistemolojik, psikolojik, hukuki ve teolojik zeminini adım adım tartışalım:


  1. Teolojik Perspektif: “İman, gören göz değil; teslim olan kalptir.”

İslam’da iman, çoğunlukla bilmekle değil inanmakla tanımlanır. Kelime-i şehadet, bir bilgi beyanından çok sadakat ve aidiyet ilanıdır. Şahitlik burada:

Deneyimlenmiş bir gözlemle değil,

Kalben bağlanma ve tasdik ile anlam kazanır.

İnanan kişi Allah’ın zatına dair bilgiye sahip olmayabilir; ancak bu şahitlikte:

Duygusal bir güven,

Ruhsal bir yöneliş,

Toplulukla ortak bir bağ kurma vardır.

Bu nedenle dini şahitlik, ontolojik bir ispat değil, ahlaki ve varoluşsal bir bağlılık bildirgesidir.


  1. Felsefi Açıdan: “Bilmediğine tanıklık etmek bir çelişki midir?”

Felsefede tanıklık, genellikle tecrübeye ya da rasyonel bilgiye dayanır. Bu durumda:

Doğrudan bilgisi olmayan bir konuya şahitlik, bir paradoks gibi görünebilir.

Ancak inanç dili, doğrulayıcı bilgi dilinden farklı çalışır. Wittgenstein’ın “Dinsel dil bir biçimdir, açıklama değil” görüşü burada anlamlıdır. Şahitlik burada bir hakikati iddia etmekten çok, bir yaşam tarzı beyanıdır.
Kierkegaard’a göre inanç, absürt olanı kabullenme cesaretidir. “Tanrı vardır” demek, bilimsel değil, varoluşsal bir sıçrayıştır.


  1. Psikolojik Açıdan: “İman, bilinmezlikte güvende kalma çabasıdır.”

Psikoloji bu tür şahitlikleri şu şekilde yorumlayabilir:

Kimlik inşası: “Ben kimim?” sorusuna bir cevaptır: “Ben, Allah’a inanan biriyim.”

Kolektif aidiyet: İnanç, bireyin yalnızlığını azaltır, güvenli bir topluluk sağlar.

Epistemik yetinme: İnsan zihni mutlak bilgiye ulaşamasa da düzenli sistemlere inanarak huzur bulur.

Dolayısıyla bu şahitlik, bilgiden çok güven ve aidiyet ihtiyacına dayanır.


  1. Hukuki Açıdan: “Bizzat gözlem olmadan tanıklık mümkün mü?”

Modern hukukta şahitlik:

Görgüye veya doğrudan bilgiye dayanır.

Bir olayın gerçekliğini mahkemeye sunmakla ilgilidir.

Bu nedenle kelime-i şehadet, modern hukuki tanıklıkla çelişir:

Ne Allah görülmüştür,

Ne melek tanınmıştır,

Ne de peygamberler doğrudan bilinmektedir.

Bu gösterir ki dini şahitlik:

Görsel/deneyimsel değil,

İçsel tasdik ve teslimiyet dilidir.


Zorla Şahitlik: Dinî Tanıklığın Zıddı

Burada, şahitliğin kişisel bir tercih olmaktan çıkıp dayatmaya, hatta zorlamaya dönüştüğü bir durumu tartışalım:


  1. Felsefi Açıdan: “İnanca zorlamak, düşünceyi inkâr ettirmektir.”

Kierkegaard şöyle der:

“İnanç, özgür bir sıçrayıştır. Zorla yapılan sıçrayış, düşüştür.”

Zorla inanç beyanı:

Bireyi kendi hakikatine yalan söylemeye zorlar.

Gerçek inanç yerine sahte sadakat üretir.

Şahitliği bir varoluş biçimi olmaktan çıkarır, rol yapmaya dönüştürür.


  1. Teolojik Açıdan: “Zorlama iman geçerli midir?”

Kur’an der ki:

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)

Bu, zorla imanın teolojik olarak geçersizliğini gösterir. Peygambere:

Öğüt vermesi emredilmiştir,

Zorlama ve tehdit ise açıkça reddedilmiştir.

Tarihte ise bu ilke çoğu zaman çiğnenmiş, iman adına korku, dışlama ve baskı yöntemleri kullanılmıştır.


  1. Psikolojik Açıdan: “Zorla şahitlik bir travmadır.”

Bir inanca zorlanan birey:

Kendine yabancılaşır,

Sürekli içsel çatışma yaşar,

Toplum ve vicdan arasında sıkışır.

Bu durum, bireyin “ben” olma hakkını elinden alır. Yalan şahitlik zorlaması, kişilikte derin yarıklar açar.


  1. Hukuki Açıdan: “İnanç dayatması suçtur.”

Modern insan hakları hukukuna göre:

İnanç özgürlüğü temel bir haktır.

Zorla inanç dayatmak, bir hak ihlalidir.

AİHM kararlarında bu çok nettir: İfade ve vicdan özgürlüğü, zorlamayı reddeder.


SONUÇ

“İnanç, ancak reddedilme özgürlüğü varsa gerçektir.”

Bir kişi “Bu inancı taşımıyorum” diyorsa, bu da bir şehadettir.
Dayatılmış değil, seçilmiş inanç değerlidir.
Çünkü insan ancak kendi sesiyle konuştuğunda gerçekten insandır.


Din ve Eleştiri: Sessizlik mi, Yenilenme mi?


  1. Kurumsallaşan Din: Sessizlik Talep Eden Güç

Başlangıçta din:

Sorgulayan,

Arayan,

Anlam inşa eden bir yapıydı.

Zamanla:

Kurumsallaştı,

Güçle birleşti,

Hakikat yerine itaati önceledi.

Böylece:

“Din, cevap üretmeye başladı; soruya ise düşman kesildi.”


  1. Eleştiriye Karşı Tepki: “Sorgulayan düşmandır”

Eleştiren kişi çoğu zaman:

Düşünsel değil, ahlaki suçla yaftalanır.

“Yanlış düşünüyorsun” değil, “bozulmuşsun” denir.

Özellikle İslam dünyasında eleştiri:

Küfür,

Sapkınlık,

Dış mihraklık gibi söylemlerle bastırılır.

Bu bastırma çoğu zaman Tanrı adına değil, cemaat düzeni adına yapılır.


  1. Psikolojik Savunma: “İnançsızlıkla baş edememek”

Dini eleştiri:

İnanan bireyin kimliğine yönelmiş gibi algılanır.

Bu da benlik tehdidi oluşturur.

Savunma mekanizmaları devreye girer: inkâr, küçümseme, şeytanlaştırma.

Bu yüzden:

“Eleştiri duyulmaz, tehdit olarak kodlanır.”


  1. Kur’an’da Sorgulama ve Susturma

Kur’an’da:

Akletmek, düşünmek, sorgulamak övülür.
Ancak aynı zamanda:

“İman edin, yoksa azap var!”

“Allah ve Resulü bir şey dediğinde seçme hakkınız yoktur!” denir.

Bu ikilik, dinin hem özgürlük hem sınır üretme özelliğini yansıtır.


  1. Moderniteye Tepki: Sağın Dilsizleşmesi

Modern değerlerle karşılaşan geleneksel inanç:

Tehdit altında hisseder.

Geri çekilmek yerine saldırganlaşır.

Neticede:

“Duymaz, çünkü korkar. Korkar, çünkü değişmek istemez.”

Gerçek inanç:

Eleştiriden korkmaz,

Yenilenmekten çekinmez.