Şimdi yükleniyor

Kendi Arkeolojimiz

Her insan, kendi düşüncelerinin kalıntıları üzerinde yürür. Bir gün “bugünkü ben”e vardığımızda, arkamızda bıraktığımız izlerin hangi taşların, hangi kırık heykellerin, hangi unutulmuş metinlerin üzerine basarak şekillendiğini sormadan edemeyiz. Foucault, “arkeoloji”yi düşünce sistemlerinin nasıl katmanlaştığını anlamanın yolu olarak görmüştü; ama bunu kişisel alana da taşıyabiliriz. Her birey, kendi içinde bir kazı alanıdır.

Kendi kişisel arkeolojimizi yaptığımızda şunu sorarız: “Nasıl oldu da böyle oldum? Düşüncelerim neden böyle evrildi?” Cevap çoğu zaman tek bir kökene bağlanmaz. Heidegger’in dediği gibi, “İnsan kendi varlığını soruya açan varlıktır.” Yani biz, ne düşündüğümüzden ziyade neden öyle düşünmeye başladığımızın izini sürdüğümüzde, kendi tarihimizin arkeologları oluruz.

Bu kazının yöntemi, bence, kendimizle konuşmaktır. Çünkü insanın kendine söylemediği bir söz, başkasına söylediğinde zaten eksik ve eğreti durur. Montaigne, Denemeler’inde sık sık kendi kendine sorular sorar, kendi düşüncelerine karşı çıkar, hatta onlarla alay eder. Bu, yalnızca yazı değil, bir tür içsel tiyatrodur. Başkalarıyla konuşmadan önce kendi içimizde prova yapmak.

Kendiyle konuşmak, düşünceleri birer mücessem varlık gibi karşımıza alıp, onlarla diyalog kurmak demektir. Sokrates’in “doğurtma sanatı” olarak gördüğü şey aslında tam da budur: İçimizde saklı kalan düşünceleri konuşturarak açığa çıkarmak. Kierkegaard da benzer şekilde insanın kendiyle karşılaşmasını “kaygının okulunda ders” olarak tarif eder. Kaygı, kendi kendimizle konuşmaya zorlayan ilk çağrıdır.

Bu yüzden kişisel arkeoloji yalnızca bir hafıza çalışması değildir; bir tür kendilik konuşmasıdır. İçimizdeki seslerle tartışmadan, bugünkü ben’in hangi taşların üzerinde yükseldiğini göremeyiz. Ve belki de ancak o zaman, niçin böyle düşündüğümüzü anlar, bir sonraki düşüncenin hangi toprağa kök salacağını sezeriz.