Kimliksiz Bir Sevgi Denemesi
“Milliyetçilik, insanları sevmekten vazgeçmenin en temiz bahanesidir.”
— Albert Camus
Sokak röportajında (türbanlı) bir kadın konuşmaya çalışıyor. Derdini anlatmaya çabalıyor, ama derdiyle değil, kimliğiyle karşılanıyor. Yanına yaklaşan genç –muhtemelen iktidar karşıtı, muhtemelen sırf bunun için haklı(!), muhtemelen heybesi ezberle dolu biri– ona öylece, hiçbir duygusal zekâ kırıntısı taşımadan soruyor:
“Sen Türk milletini seviyor musun? Milliyetçi misin?”
Bu soru, yalnızca aptalca değil. Aynı zamanda ahlâksızca.
Çünkü insanın bir milleti sevip sevmediği üzerinden hükme varmak, onun ne kadar “sadık”, ne kadar “haklı”, ne kadar “bizden” olduğunu ölçmeye çalışan bir manipülasyon aracıdır. Bu soruyu soran, çoğu zaman milletin kendisini bile sevmemektedir. Yalnızca kendine benzeyeni, kendi gibi düşüneni, kendi gibi inananı, kendi gibi giyineni sevmektedir. Üstelik, o dar grupların içinde bile çoğu zaman birbirlerini sevmezler.
I. Milliyetçilik ve Sahte Sevgi
Milliyetçilik çoğu zaman bir aidiyet değil, bir barikat olarak inşa edilir.
Sevgiyle değil, korkuyla beslenir.
Sahici insanlar, bir milleti sevmek zorunda hissetmez kendini. Çünkü bilir ki millet, içindeki tüm iyi ve kötüyle sadece bir topluluktur. İnsanı yücelten, onun kim olduğu değil, nasıl biri olduğudur.
Ama milliyetçilik bunu bilmek istemez.
Milliyetçiliğin sevgi dediği şey, çoğu zaman ya kutsal bayrak altında susmayı ya da “bizimkiler” için alkış tutmayı gerektirir. Ötekileştirmeyi, yalnızlaştırmayı, suçlamayı, hain ilan etmeyi meşrulaştırır.
Bir milleti sevmiyorsan, o zaman düşmansındır.
Sadakat göstermiyorsan, o zaman hainsin.
Sorguluyorsan, o zaman sen “bizden” değilsindir.
Oysa ben sevmekle yükümlü değilim.
Kimliğe, pasaporta, ırka, dile, sınır çizgilerine sevgimi teslim etmeye mecbur değilim.
İyi bir insan olmak için Türk milletini sevmek zorunda değilim.
Nasıl ki Alman milletini, Rus milletini ya da Arjantin milletini yalnızca “millet” oldukları için sevmiyorsam, Türk milletini de sevmek zorunda değilim.
Ben ne köklerimle ne kimliğimle ne de üstüme yapıştırılmış aidiyetlerle konuşuyorum.
Benim sesim, yalnızca şunu soruyor:
“İyilik nerede?”
II. Kim Kimi Seviyor Bu Ülkede?
Bu ülkede kim kimi gerçekten seviyor?
Siyaset mi halkını seviyor?
İktidar mı muhalefeti?
Yargıç mı sanığı?
Öğretmen mi öğrenciyi?
Polis mi göstericiyi?
Kadın mı erkeği?
Alevi mi Sünni’yi?
Türk mü Kürdü?
Hayır.
Kimse kimseyi sevmiyor.
Herkes birbirine tahammül ediyor, o da güç dengesine göre. Herkes birbirinin üzerine otorite kurmaya çalışıyor. Herkes birbirine suçlu gözüyle bakıyor.
Gazeteciler, başka bir fikri savunan gazetecileri hain ilan ediyor.
Halk, memuru; memur, işçiyi; işçi, mültecileri; mülteciler, devleti suçluyor.
Birbirine komşuluk bile edemeyen insanlar, söz konusu “millet” olunca nasıl bu kadar büyük bir sevgi yalanını ağızlarına alabiliyor?
Cumhuriyet tarihi boyunca kimlikler sürekli birbirine karşı konumlandırıldı.
Birbirine benzemeyenler ya susturuldu, ya sürgüne yollandı, ya işkenceden geçirildi.
Solcuları sağcılar sevmedi.
İslamcıları laikler.
Kürtleri devlet.
Kadınları sistem.
Yoksulu kimse sevmedi.
Sadece kendi gibi olanı sevmeye programlanmış bir toplumda, kimlik sevgisi adı altında aslında kendini sevme hali dolaşıma sokuldu. Bu yüzden sokaktaki genç, bir kadına ilk olarak “Türk milletini seviyor musun?” diye soruyor. Çünkü başka bir ölçüsü yok. Kalbiyle değil, şablonla seviyor.
Ben sevmiyorum.
Ben, bu şekilde bölünmüş, içten içe birbirini kemiren, susunca suçlayan, konuşunca yargılayan bir topluluğu sadece aynı ülkede yaşıyoruz diye sevmek zorunda değilim.
Ama hâlâ iyi insanlara inanan kalbim var.
III. Göğe Bakanları Severim
Ben göğe bakanları severim.
Bir milletin parçası olmaya çalışmayan, sadece insan kalmaya çalışanları.
Söz hakkı istemeyen, sadece sesini duyurmak isteyenleri.
Yalnızca kendisi gibi yaşamak isteyenleri.
Küfretmeyen, ezmeyen, buyurmayan insanları.
Ben şiir yazanları severim.
Kedilere su verenleri.
Gece geç saatte sokakta birini görünce istemeden de olsa korkutmamak için titizlenenleri.
Işığı açık kalmış komşunun kapısını çalmayı bilenleri.
“Sen Türk milletini seviyor musun?” gibi tuzaklı sorulara değil, “Nasılsın gerçekten?” sorusuna cevabı olanları…
Ben, Türk milletini sevmiyorum.
Tıpkı Gürcü milletini de yalnızca Gürcü olduğum için sevmediğim gibi.
Tıpkı hiçbir milleti sırf millet olduğu için sevmediğim gibi.
Ben milliyetlerden değil, insandan tarafım.
Bir kimliği kutsal bilmem, bir ırkı yüce, bir milleti masum saymam.
Çünkü biliyorum:
Milletler değil, insanlar yaşar.
İyilik yapmaz milletler.
Şiir yazmaz milletler.
Kedilere su vermez milletler.
Bunu sadece insanlar yapar.
Ve insan, ancak kimliksizken insandır.
Son Söz
“Türk milletini seviyor musun?”
Bu soruya benim cevabım şudur:
Hayır, sevmiyorum.
Ama iyi bir Türk’ü severim.
İyi bir Gürcü’yü, iyi bir Kürt’ü, iyi bir Arap’ı da severim.
Yani gerçekten iyi olanı.
Kimliksiz olanı.
Hoşgörüyü, vicdanı, merhameti kimlik edinmiş olanı.
Onu tüm kalbimle severim.
Edit: Ümmet kavramını da bu yüzden sevmiyorum. Onca kiri, kini, öfkeyi, adaveti, suçu bir vicdan azabı gibi yüklenmektir milliyetçilik. Ümmetçilik de bir milliyetçiliktir.
Yorum gönder