Kırkı Çıkan Ömre Dair
“İnsan, hayatının ortasında kendine çarpmaya başlar.”
— Michel de Montaigne
Hayat, doğumla birlikte başlayan ve ölümle tamamlanan düz bir çizgi değildir. Daha çok, bir dizi kırılmadan, çatlamadan ve içten içe yarılmalardan oluşan zikzaklı bir patikadır. Ve bu patikada, bazı noktalar diğerlerinden daha karanlık, daha sessiz ve daha yankılıdır. İşte kırk yaş da onlardan biridir. Belki de en derini, en çok titreteni.
İnsan kırkına geldiğinde, çocuklukta kendine çizdiği haritanın çok dışında kalmıştır. O haritada “bir gün” denen sonsuz bir vade vardı; oysa artık gün sayılır hale gelmiştir. Gençliğin yersiz iyimserliği yerini derin bir geç kalmışlık hissine bırakır. “Yetişemedim” der insan; hem kendine hem hayata. “Bir şeyler eksik kaldı. Belki de hiç olmayacak.”
Kırk yaş sendromu, biyolojik ya da psikolojik bir vaka olarak değil, bir ontolojik sarsıntı olarak yaşanır. İnsan artık hem dışındaki dünyayı hem de içindeki boşluğu aynı anda görür. Bu yaş, bir yandan ömrün tam ortası gibi görünürken, diğer yandan verimli kısmının geride kaldığına dair ürpertici bir sezgi taşır.
Düşler, yerini geçmişteki seçimlerin ağırlığına bırakır. Pişmanlıklar, yetişememişlikler, ertelenmiş duygular birer hayalet gibi çıkar karşısına.
Toplumun beklentileriyle kendi iç sesi arasındaki çatlak da burada büyür.
İnsan kırkına kadar, çoğunlukla “olması gereken”leri oynamıştır: eğitim, iş, evlilik, ebeveynlik, kariyer… Ama kırkından sonra bir durur. Durduğunda, bir bakar ki içindeki “olmak isteyen” hâlâ oradadır. Beklemektedir.
İşte bu, insanın kendine çarptığı andır. Montaigne’in dediği gibi.
Kırk, sadece rakam değil, kültürel bir eşiktir de.
Dinler ve mitolojiler kırk sayısına bir tür arınma süresi tanır.
– Musa, Tur Dağı’nda kırk gün kalır.
– İsa, çölde kırk gün oruç tutar.
– Bir ölü için kırk yasin okunur.
– Yeni doğan kırklanır.
– Yas kırk gün sürer.
Bu süre, dönüşümün, içe çekilmenin ve yeniden doğuşun süresidir.
Bu yüzden kırk yaş da bir bitiş değil, aslında başka bir doğumun sancısıdır.
Ama bu kez doğan sadece beden değil; özdür.
Bu doğumda ebe yoktur; sadece tanıklık eden bir bilinç vardır.
Toplum verimli ömrün sonunun geldiğini fısıldarken, insan ilk defa verimli değil, derin olmaya karar verir. “Ne işe yararım?” sorusunun yerini, “Ben neyim?” sorusu alır. Cevapları net değildir, ama soru artık kaçınılmazdır.
İnsan kırkında birden bire büyümez.
Ama büyümemenin bedelini anlamaya başlar.
Kırkı çıkan ömür, belki de ilk defa kendini duymaya, dinlemeye, hatta anlamaya çalışır.
Geç midir?
Evet, biraz.
Ama hâlâ mümkündür.
Çünkü her geç kalmışlık, içindeki özleme sadık kalabilirse, bir dönüşüm kapısı aralayabilir.
Ve insan, kırkından sonra belki de son defa kendi hayatına yetişmeye çalışır.
Yorum gönder