Şimdi yükleniyor

MAHPERİ HATUN’UN YOLCULUĞU: CİHAT, KÖLELİK VE İÇSEL ÇATIŞMALARIN PSİKOLOJİK YANSIMASI

Alaeddin Keykubad’ın Hayatı ve Gürcistan Seferleri

Alaeddin Keykubad, Selçuklu Devleti’nin 1220-1237 yılları arasındaki en parlak hükümdarlarından biriydi. Onun hükümetinin temel özelliği, hem iç politikada hem de dışarıda güçlü bir denge kurabilmesiydi.

Alaeddin Keykubad, özellikle Gürcistan’a düzenlediği seferlerle tanınır. Bu seferlerin en önemlileri şunlardır:

  • 1225 – 1227: Keykubad, Gürcistan’a karşı başarılı bir sefer gerçekleştirmiştir. Bu dönemde Gürcü Krallığının içindeki karışıklıklardan faydalanarak toprak kazanmış ve Gürcülerin bazı bölgelerini Selçuklu yönetimine katmıştır.
  • 1230: Bu tarihte gerçekleşen seferde Keykubad, Gürcülerle tekrar çatışarak bazı stratejik bölgeleri ele geçirmiştir.

Bu zaferlerin ardından, Gürcü Krallığının zayıflayan etkisi, Keykubad’ın Anadolu’daki otoritesini pekiştirmiştir.


Keykubad’ın Aile Hayatı

Alaeddin Keykubad’ın aile hayatı da oldukça dikkat çekicidir. Mahperi Hatun, onun en ünlü eşi olmakla birlikte, Mahperi Hatun ve diğer eşleri arasında bir denge kurmuş ve yönetimindeki en önemli figürlerden biri haline gelmiştir.

  • Mahperi Hatun: Keykubad’ın baş eşidir ve oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i doğurmuştur. Mahperi Hatun, evlilik ve saltanatın yanı sıra sarayın politikasında da önemli bir rol oynamıştır.

Keykubad’ın aile hayatı da, çoğunlukla geleneksel Selçuklu saray yapısına uygun bir şekilde düzenlenmiştir, ancak Mahperi Hatun’un etkisi onun hükümetinin bazı yönlerini etkilemiştir.


Mahperi Hatun’un Gerçek Adı ve Kimliği

Mahperi Hatun’un gerçek adı Maria’dır. Gürcü kökenli olan Maria, Gürcü Kralı IV. Giorgi’nin ya kızı ya da akrabasıdır. O dönemdeki Gürcü-Selçuklu ilişkileri ve savaşlar sonucu, Maria bir savaş esiri olarak Selçuklu topraklarına getirilmiştir.

Esir Edilişi ve Saraya Girişi
Maria, 1220’lerdeki Gürcü-Selçuklu savaşları sırasında esir düşmüş ve Selçuklu sarayına götürülmüştür. Burada güzelliğiyle dikkat çeker ve Alaeddin Keykubad tarafından saraya alınır. Müslüman olmasının ardından Mahperi Hatun adını alır.

Müslüman Olması
Mahperi Hatun’un İslam’a geçişi, hem kişisel bir dönüşüm hem de devletin dinî yapısına adaptasyon sürecini temsil eder. İslam’a geçişi, zamanla tartışmalı bir konu olmuş olsa da, onun zamanla Selçuklu sarayındaki gücünü pekiştirdiğini söyleyebiliriz.


Esir Olan Diğer Kişilerin Akıbeti

Maria’nın, yani Mahperi Hatun’un, esir düştüğü savaşta diğer esirlerin akıbeti hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak savaşlarda esir alınan kişiler genellikle, ya köle olarak satılır ya da daha yüksek bir statüye sahip olarak saraya yerleştirilirdi. Maria örneğinde olduğu gibi, bazen güzellik ve zekâ gibi unsurlar, insanların kaderini değiştirebilir.


Mahperi Hatun’un Yaptırdığı Hayratlar

Mahperi Hatun, Selçuklu döneminin hayır işlerine büyük katkılar yapan önemli bir figürdür. En bilinen eserleri şunlardır:

  • Sivas Gök Medrese: Bu medrese, sadece dini eğitim değil, aynı zamanda bilimsel ve kültürel bir merkez olarak işlev görmüştür. Mahperi Hatun, burada hem ilim hem de sanat alanında büyük bir katkı sağlamıştır.
  • Kervansaraylar ve Camiler: Mahperi Hatun, ticaret yollarındaki tüccarlara ve yolculuk yapan hacılara hizmet vermek amacıyla bir dizi kervansaray yaptırmıştır. Ayrıca camiler de inşa ettirmiştir.

Mahperi Hatun’un Ölümü

Mahperi Hatun’un ölüm tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta çıkmasının ardından sarayda daha az görünür olmuştur. Hayatının sonlarına doğru, Selçuklu sarayındaki politik mücadeleler ve taht kavgaları nedeniyle dikkat çekici bir yer edinmemiştir.

Çözümleme:

Ülkesi işgal edilmiş, akrabaları öldürülmüş, tanıdıkları köleleştirilmiş bir kadının, tüm bunlara sebep olan biriyle evlenmesi, yatağa girmesi ve ona çocuk doğurmasının psikolojisini, hangi psikanalisti referans alarak inceleyebiliriz?

Böyle bir durumun psikolojik çözümlemesi, özellikle travma, öfke, bağlılık ve kimlik çatışması gibi derin psikolojik dinamikler üzerinden ele alınabilir. Bu konuda Klein, Jung ve Winnicott gibi önemli psikanalistlerin teorileri üzerinden bir çözümleme yapılabilir.

Hayrat ve Toplumsal Kabul: Klein ve Nesne İlişkileri

Melanie Klein’ın objekt ilişkileri teorisi burada da önemli bir açılım sunar. Kadın, yaşadığı travmalarla başa çıkmak için hayrat gibi toplumsal kabul görebilecek eylemlere yönelmiş olabilir. Klein’a göre, çocuklukta yaşanan ilişkiler ve travmalar, bir insanın yaşamının ilerleyen yıllarında nesne ilişkilerini ve kendilik algısını belirler. Kadın, acı ve travmalarla başa çıkabilmek adına, toplumun gözünde değerli bir figür olma arayışına girmiştir. Hayratlar, onun içsel dünyasında bir kurtuluş ve toplumsal kabul sağlayan bir araç olmuştur.

Ancak Klein’a göre, bu türden bir çözüm, yalnızca yıkıcı nesnelerle yüzleşmek yerine, onlardan kaçma ya da onları dışsal bir nesneye (bu durumda hayratlara) yansıtma şeklinde gerçekleşebilir. Kadın, toplumsal bir değer kazanarak, zayıf ve aciz halini gizlemeye çalışırken, bu içsel acı hiçbir zaman tamamen bastırılamaz. Kadın, hayratlar ve toplumsal hizmetle, içindeki gölgeyi asla tam olarak çözemez; bu, onun bağımsızlık ve kendilik yansıması yerine, sürekli bir dışsal kimlik arayışı olur.

İçsel Çatışma ve Kendilik: Jung’un Perspektifi

Jung’un gölge ve bireyselleşme teorisi, kadının yaşadığı içsel çatışmanın daha derin psikolojik anlamını açığa çıkarır. Kadın, gölgesini reddederek, toplumsal kabul kazanmak için dışsal bir çözüm arar; ancak bu çözüm geçici ve yüzeysel olabilir. Jung’a göre, bir insanın gölge ile yüzleşmesi, içsel büyüme için gereklidir. Ancak burada kadının gölgesi, öfke ve nefret içerdiğinden, bu yüzleşme oldukça zorlu bir hal alır. Kadın, içindeki gölgeyi bir şekilde kabul etmeye çalışırken, bu kabul kendisini cezalandırmaya ve travmalarına yenik düşmeye de yol açabilir.

Jung’a göre, gölgeyi bastırmak ya da dışsal bir nesneye (hayratlar gibi) yansıtmak, kişinin bireyselleşme sürecini engeller. Kadın, sürekli dışsal bir kimlik (hayrat gibi) üzerinden kendini tanıma çabasında olabilir, fakat içsel çatışmalar ve travmalar onu asla tam anlamıyla özgürleştiremez. Burada kadının yaşadığı içsel savaş, onun kendini bulma çabasıyla dışsal değerler ve toplumsal kabul arasında bir gerilim yaratır.

Zayıflık ve Kendilik Arayışı: Winnicott’ın Gerçek Benlik Teorisi

Winnicott’ın gerçek benlik ve sahte benlik teorisi, kadının yaşadığı içsel çatışmanın bir başka boyutunu ortaya koyar. Kadın, içindeki zayıflığı bastırmak ve gölgesinden kurtulmak için, sahte bir benlik geliştirmiş olabilir. Bu sahte benlik, toplumsal olarak kabul edilen ve değerli bulunan eylemler üzerinden şekillenir: Hayratlar, toplumsal iyilik gibi eylemler. Ancak Winnicott’a göre, bu tür sahte benlikler, bir kişinin gerçek benliği ile uyumsuz hale gelir. Kadın, içsel dünyasında bir boşluk ve yabancılaşma hisseder, çünkü dışsal değerlerle gerçek benliğini harmanlayamaz.

Kadının içsel zayıflığına ve kendisini yeterli görmemesine karşılık, yaptığı hayratlar onun bir tür kendini telafi etme çabasıdır. Ancak, Winnicott’ın teorisine göre, gerçek benlik ancak kişi, dışsal yansımalara ve toplumsal kabullere dayanmadan içsel özgürlüğünü kabul ettiğinde ortaya çıkar. Kadın, toplumsal kabulleri elde etmeye çalışırken, gerçek benliğini hep bastırmış ve hayrat gibi dışsal değerlerle kendi kimliğini yeniden inşa etmeye çalışmıştır.

Sonuç: Zayıflık ve Nefretin Derin Çatışması

Kadının yaşadığı içsel çatışma, zayıflığı ve kendisinden nefret etme duygusuyla başlamış, bunu bastırmaya yönelik geliştirdiği savunmalar ve dışsal çözüm yolları (hayratlar) ile devam etmiştir. Klein’ın nesne ilişkileri, Jung’un gölge teorisi ve Winnicott’ın gerçek benlik anlayışı, kadının yaşadığı derin içsel çelişkileri ve toplumsal kabul arayışını anlamada yardımcı olabilir. Ancak bu çözümler, kadının içsel dünyasında bir tatminsizlik ve yabancılaşma yaratmış, onun geçmişindeki travmalar ve acıları hiçbir zaman tam olarak iyileşmemiştir.

Kadının yaptırdığı hayratlar, dışsal dünyada kendisini tamamlama çabası olabilir, fakat içsel acılar ve zayıflık bu çabaların gerisinde hep durmaktadır. Bu, onun psikolojik dönüşüm sürecinde dışsal kabul ve içsel iyileşme arasındaki karmaşık bir çatışma yaratır.