Nevrotik Toplumun Gölgesi: AKP
Erich Fromm’un ünlü tespitiyle, “hasta toplumlar hasta liderler üretir.” Bu ifade yalnızca politik sahaya değil, hayatın bütün alanlarına sirayet eden bir gerçeğe işaret eder. Çünkü toplum dediğimiz şey, yalnızca parlamentolar, saraylar veya liderler değil; anneler, babalar, âşıklar, sanatçılar, öğrenciler, komşular, işçiler ve esnaflardan oluşan bütünlüklü bir varlıktır. Dolayısıyla toplum nevrotik olduğunda, yalnızca siyaseti değil, aşkı da nevrotik olur; yalnızca devletin yapıları değil, sanatın üretimleri de nevroz taşır. Komşuluk ilişkilerinden metrodaki bakışlara, üniversite kampüslerinden pazar yerlerine kadar gündelik hayatın bütün damarlarına sinmiş bir nevroz, bulaşıcı bir hastalık gibi çoğalır.
Sigmund Freud, “Uygarlığın Huzursuzluğu”nda, toplumun bireyin bastırılmış dürtüleri üzerine kurulu olduğunu ve bu bastırmanın nevrotik bir yük biriktirdiğini söyler. Freud’a göre toplumsal düzen, bir yanıyla her bireyi huzursuzluğa mahkûm eder. Fromm, Freud’un bu teşhisini daha da ileri taşır: eğer toplum kendisini özgürleştirecek bir bilinç geliştiremiyorsa, bu huzursuzluk patolojik bir hal alır ve kitleler kendi bastırılmışlıklarını otoriter liderlerde vücut bulmuş halde görürler. Nevrotik birey, güçlü bir lidere tutunarak kendi kaygısını yatıştırmaya çalışır; fakat bu lider de kendi nevrozlarını topluma bulaştırır. Böylece bir kısır döngü oluşur: hasta toplum hasta lider üretir, hasta lider toplumu daha da hasta eder.
Carl Jung ise “kolektif bilinçdışı” kavramıyla meseleyi derinleştirir. Jung’a göre toplumun bastırılmış korkuları ve gölgeleri, bireylerin rüyalarında olduğu kadar, politik figürlerde, dini sembollerde, hatta sanat eserlerinde de açığa çıkar. Toplum nevrotik olduğunda yalnızca lider değil, tanrı tasavvuru da nevrotik olur. Şefkatten çok cezayı yücelten, özgürlükten çok itaati öğreten bir teoloji, nevrotik bir toplumun kendi gölgesini kutsallaştırmasıdır. Benzer biçimde, aşkın da şefkatten çok kıskançlığa, güven yerine bağımlılığa, özgürleşme yerine esarete dönüşmesi; sanatın da hakikati aramak yerine gösterişin ve taklidin oyuncağı haline gelmesi, hep bu kolektif nevrozun izleridir.
Theodor Adorno benzer bir noktaya işaret eder: kitlelerin “otoriter kişilik” eğilimleri, toplumsal hastalıkların en derin göstergesidir. Adorno’ya göre, otoriteye boyun eğme ile otoriteye hayranlık arasında ince bir bağ vardır; bu bağ nevrotik toplumlarda olağanüstü güç kazanır. Bir toplum kendi içsel eleştiri yetisini kaybettiğinde, yalnızca siyaset değil, ahlak, aile ve gündelik yaşam da baskının ve korkunun kodlarıyla çalışmaya başlar.
Batı toplumlarının —özellikle Kuzey Avrupa’nın, Almanya’nın, Kanada’nın veya Avustralya’nın— görece daha “sağlıklı” görünmesi, tam da bu noktada anlam kazanır. Bu toplumlar kendi hastalıklarını inkâr etmek yerine tartışmaya, yüzleşmeye ve kurumsallaşmaya daha fazla alan açmışlardır. Elbette ki doğaya ve başka coğrafyalara zarar vermeleri, mutlak bir “iyilik” içinde olmadıklarını gösterir. Ama kötülüğün doğanın içkin bir parçası olduğunu hatırlarsak, asıl farkın kötülüğü inkâr etmekle değil, onunla yüzleşmek ve sınırlandırmakla ortaya çıktığını görürüz. Sağlıklı toplum, kötülüğü sıfırlayan değil; kötülüğü tanıyan, denetleyen ve sınırlandırabilen toplumdur.
Sonuç olarak, nevrotik toplumun ürettiği lider, aşk, sanat, teoloji ve gündelik yaşam biçimleri, tek tek bireylerin değil, bütün bir kolektifin aynadaki yansımalarıdır. Nevroz, gerçekten de son derece bulaşıcıdır. Fakat bulaşıcılığın karşısında bağışıklık da mümkündür: yüzleşme, konuşma, eleştiri ve özgürlükle. Fromm’un dediği gibi, insan özgürlüğe doğru kaçabilir; ama bunu yapmadığında, kendi elleriyle hem liderini hem de kendi kaderini hasta eder.
Yorum gönder