Olmaz Öyle Saçma Anarşizm
“Toplum, bireyin en güçlü olduğu yerde değil, en zayıf olduğu yerde sınanır.”
Bir süredir zihnimi kurcalayan bir mesele var. Anlatması kolay değil, toparlaması daha da zor. Ama denemek istiyorum. Çünkü mesele yalnızca kişisel bir huzursuzluk değil; topluma, birlikte yaşama iradesine dair.
Özgürlükten söz açıldığında, işin ucu çoğu zaman anarşiye dokunuyor. Birileri diyor ki: “Biraz anarşist ruhlu olmalı insan. Kurallar boğuyor.” Kırmızı ışıkta durmayı bile sıkıntı görenler var. Ama herkes kırmızı ışıkta durmazsa ne olur? Yaya geçidinde hiç kimse yol vermezse, çöpler gelişi güzel yerlere atılsa, kaldırımlar arabalara dolsa… nasıl bir şehir kalır geriye?
Buradaki gerilim çok eski: bireysel özgürlük ile toplumsal düzenin çatışması. Hele ki Türkiye gibi baskının, dinin ve tek adamcılığın gölgesinde yaşayan toplumlarda, “anarşist bir ruh” taşımanın kıymeti var elbette. Fakat şunu da görüyorum: Mahallesinden, partisinden, dininden çıkan insan, karşısında özgürleşmiş bir dünya bulmuyor. Onun yerine, yeni kuralları, yeni yasakları olan başka bir “mahalle” ile karşılaşıyor.
Yani içeride sıkışan birey, dışarıda daha ferah bir alan bulamıyor. O yüzden çoğu kimse evinden çıkmıyor; çünkü dışarısı, içeriden daha da yorucu görünüyor.
Özgürlük, yalnızca yasaların gevşemesiyle ya da birkaç anarşist çıkışla büyümez. Bu, çoğu zaman çatışmayı artırır. Asıl özgürlük, bireyin kendi sınırlarını tanımasıyla genişler. İnsan, kendi eğitiminin, görgüsünün, dünyayla ve diğer insanlarla kurduğu ilişkinin sorumluluğunu üstlenmeyi öğrendikçe özgürleşir. Yani özgürlük, başkasına çarpmayan bir yürüyüşü, eşyaya zarar vermeyen bir dokunuşu, sözle incitmeyen bir dili öğrenmekle çoğalır. Başkalarının hayatına yaslanmadan kendi varlığını taşıyabilmek; işte gerçek özgürlüğün büyüdüğü yer burasıdır.
Bunu en çok çıplaklık tartışmalarında fark ediyorum. Heykelde, tabloda ya da plajda çıplaklık estetik bir şeydir; güzeldir. Ama aynı çıplaklık kampüste, metroda ya da sokakta bambaşka anlamlara bürünüyor. Çünkü toplum dediğimiz şey, bireyin en güçlü yanına göre değil, en zayıf halkasına göre kuruluyor. Görsel sanatlarda ya da sinemada güzel olan, bize güzel gelen her şeyi sokağa taşıyamayız. Bunu yaparsak Kurtlar Vadisi’ne döner ülke. Ki döndü.
İlla şöyle mi söyleyeyim: Ben meme görmekten rahatsız değilim ki. Lakin gel gör ki dünya benim duygularımın etrafında dönmüyor. İyi ki dönmüyor.
Asker yürüyüşünü en zayıf askerin adımına göre ayarlar. Trafik kuralları, en dikkatli sürücüler için değil, dikkatsiz olanlar için vardır. Alkol alan herkes kaza yapmaz; ama bir kişi bile yaptığında yasa oraya bakar. Demek ki özgürlüğün sınırları, aslında en kırılgan, en savunmasız halkadan çiziliyor.
Burada kendime soruyorum:
Acaba ben mi bağnazım? Bir körlük mü var bende? Yoksa biz, özgürlüğü hep kendi keyfimize göre tanımlayıp, en zayıfı göz ardı ettiğimiz için mi bu çıkmazdayız?
Toplumsal düzen, bireyin keyfine göre kurulmaz. Ama bireyin özgürlüğünü yok sayarak da kurulmaz. Mesele şu: Özgürlük, başkalarının özgürlüğünü tüketmediği yerde var olabilir. Bu da sorumlulukla mümkündür.
“Özgürlük, başkasının özgürlüğüyle başladığı yerde anlamlıdır.” – Jean-Paul Sartre
Son sözüm şu olsun:
Ne tam bir zindandır toplum, ne de tam bir cennet. Onu yaşanır kılan şey, bireyin özgürlüğünü korurken aynı anda en zayıf halkayı da gözetebilmesidir. Çünkü toplum, en güçlüler için değil, en zayıflar için sınav verir. Ve kaybedilen her sınav, sonunda hepimizi vurur.
Yorum gönder