Şimdi yükleniyor

Ritüelin Yok Oluşu Üzerine Bir Deneme

Ritüel: İyi Hissettiren Bir Saçmalık mı?

Byung-Chul Han’ın “Ritüellerin Yok Oluşu” kitabı üzerine açık uçlu bazı sorular

“Zamanın ritüelle düzenlenmesi, yaşanabilir bir dünya yaratır.”
– Byung-Chul Han


Modern dünyada ritüeller çözülüyor.
Performans, hız, verimlilik ve bireysellik çağında; sabit tekrarların, ortak hareketlerin ve simgesel davranışların anlamı giderek siliniyor.

Byung-Chul Han, “Ritüellerin Yok Oluşu” kitabında bu durumu bir kültürel boşluk, bir anlam ve aidiyet kaybı olarak okur. Ritüelleri, insanı zamana ve mekâna bağlayan, ilişkileri biçimlendiren, varoluşu simgeselleştiren yapılar olarak görür. Ve onların yokluğunu bir tür çoraklık olarak betimler.

Ama biz burada başka bir pencere açmak istiyoruz.


Ritüel Güçlüyse, İnsan Daha mı İyi Olur?

Tarihin birçok döneminde ritüel çok güçlüydü.
Pagan kabilelerde, Orta Çağ Avrupa’sında, teokratik imparatorluklarda…

Ama şu soruyu sormadan bu olumlamayı kabul edemeyiz:

Ritüellerin en yoğun olduğu zamanlarda insanlar birbirine daha mı iyi davranıyordu?
Aynı toplum içinde şefkat daha mı yaygındı?
Farklı inançlar, halklar ve topluluklar arasında daha mı az şiddet vardı?

Yani ritüel, toplumu daha biçimli hâle getirebilir, ama bu daha insani olduğu anlamına gelmez.
Çoğu zaman ritüel, dışlayıcıdır.
Sizi “biz” yapan şey, bir başkasını “öteki” ilan eder.


Din, Devlet, İdeoloji: Ritüelin Tüm Kıyafetleri

Bu noktada biraz daha günümüze gelelim.

Ritüellerin sadece dini toplumlara ait olduğunu sanmak bir yanılgıdır.
Teokratik rejimlerde, evet, ritüel yoğundur:

Ramazan, Umre, cuma namazı

Ayinler, yortu günleri

Kutsal kitap okuma ve dua ritüelleri

Ama aynı yoğunluk seküler sistemlerde de görülür.
Hatta bu ritüeller ideolojik bir inanç sistemiyle beslenir:

Komünist ülkelerdeki marşlar, yürüyüşler, resmi geçitler

Küba’da, Kuzey Kore’de, Sovyetler’de, hatta erken Cumhuriyet Türkiye’sinde milli bayramlar ve halk gösterileri

Kolektif çalışmaları kutlayan “emeğin bayramı” mitingleri

Bedenlerin ve sloganların senkronize edildiği kalabalık törenler…

Tüm bu ritüeller, bir yandan aidiyet üretirken, diğer yandan da bireyselliği askıya alır.
Çünkü…

İnsan kalabalıklaştığında, benliğini askıya alır.
Aklını ve vicdanını kitlenin nabzına devreder.

Kitle psikolojisinin ustaları (Le Bon, Canetti) bunu yıllar önce tarif etti.
Kitledeki birey, düşünmez. Hisseder. Taklit eder.
Ve çoğu zaman, en iyi ihtimalle heyecanlıdır, en kötü ihtimalle zalimleşir.


Ritmin Biyolojisi: Neden İyi Hissettiriyor?

İnsanın ritmik olana zaafı vardır.
Nabzı, solunumu, hormon döngüleri, hatta beynin alfa-beta dalgaları…

Ritim, sinir sistemine dost bir şeydir.
Bu yüzden müzik bizi etkiler, tekrarlar bizi rahatlatır.

Ama…

İyi hissetmek, iyi olmak demek değildir.
Sakinleşmek, sorgulamamak anlamına da gelebilir.

Çünkü ritüel, düşünmeye ara vermemizi sağlar.
Ve bazı güç yapıları, tam da bunu ister:
Sorgulama, hisset.
Hisset, katıl.
Katıl, unut.


Ya Bireysel Ritüel?

Byung-Chul Han kitabında daha çok toplumsal ritüellerden bahseder.
Ama ya bireysel olan?

Sabah kahveni hep aynı saatte içmek…

Sessizce aynı parkta yürümek…

Pazar sabahları tek başına kitap okumak…

Gözlerinle bir ağaca tutunmak…

Bunlar da ritüel değil mi?

Ve belki de gerçekten “insani” olan ritüel, bu tür olandır.
Kendine alan açan, başkalarını dışlamayan, kimseyi forma sokmayan.

Belki de kurtuluş, ritüelin içinden değil; ritüelin dışından başlar.
Çünkü dışına çıkmadan ne olduğunu anlayamazsın.


Ritüel: Form mu, Fikir mi?

Byung-Chul Han’a haksızlık etmek istemeyiz.
O ritüeli sadece bir davranış kalıbı olarak değil, bir anlam üretim biçimi olarak görür.
Ama biz burada onun önerdiği nostaljiye değil, ritüelin çifte yüzüne dikkat çekmek istiyoruz:

Ritüel şekillendirir, ama aynı zamanda şaşırtmaz.

Ritüel aidiyet verir, ama çoğu zaman diğerini dışlayarak.

Ritüel kolaylaştırır, ama genellikle düşünmeyi engelleyerek.


Sonuç mu?

Hayır, sonuç yok.
Ama birkaç soru var:

Belki ritüelin dışına çıkmak, düşüncenin içine girmektir.
Belki ritmi bozulmadan yaşayan insan, hiç gerçekten düşünmemiştir.
Ve belki de, iyi hissettiren her şey iyi değildir.


Senin Düşüncen Ne?

Bu yazı kesin cevaplar vermiyor.
Ama belki bazı alışılmış “doğrulara” ara vermeye çağırıyor.
Çünkü bazı şeyler iyi hissettirdiği için değil, alışıldıkları için yapılmaya devam ediyor olabilir.

Edit: Bu yazımızda, ritüelin yalnızca bir form değil, o formun sürekliliği olduğunu söyledik. Şimdi biraz daha derine inelim. Ritüel, sürekli tekrarla kendini sorgulanmaz hale getirir. Başta bilinçli yapılan bir davranış, zamanla refleks olur. Refleks itaat getirir. İtaat ise kimlik inşasına müdahale eder. Yani “Ben buyum” diyen birey, zamanla “biz buyuz” kalıbına döner. Ama bu biz, çoğu zaman kendi kendini tanımayan insanların toplamıdır.

Ritüel, bireyin çevresine benzemesi için kullanılan bir aparattır. Ama bu benzeme, içten gelerek değil, dıştan zorlanarak gerçekleşir. Devlet, ideoloji ya da kolektif sistemler, insanı kendi başına bırakmak istemez. Çünkü kendi başına düşünen insan, öngörülemezdir. Ve öngörülemeyen, denetlenemez. Denetlenemeyen bir varlık, yeni bir dil kurabilir, yeni bir düşman tanımı geliştirebilir, yeni bir iyilik tarifine ulaşabilir. En korkuncu da şudur: Mevcut yapıyı gereksiz bulabilir.

Bu yüzden, sistemler insanı birbirine eklemleyerek şekillendirmek ister. Aynı adımlarla yürütür, aynı sloganlarla haykırtır, aynı sembollerle donatır. Çünkü insan topluluğu, ritüelle birbirine benzediğinde, onların yönü, sözü ve düşmanı da tekilleşir. Bu, yönetilebilir bir kitle üretmenin anahtarıdır.

Oysa insan bir başına kaldığında, kendiyle karşılaşır. Bu karşılaşma acı verici olabilir, evet. Ama özgürlük de çoğu zaman tam orada başlar. Ritüelden sıyrılmış tekil birey, yalnız ama özgürdür. Sessizdir ama yaratıcıdır. Ve işte tam da bu yüzden, en tehlikeli olandır.

Bu yazıyı bir hükümle bitirmeyeceğiz. Aksine, bir açıklıkla bırakacağız. Çünkü ritüel, hem bir ihtiyaç hem bir baskı olabilir. Belki de önemli olan, neyin tekrarlanmasına izin verdiğimizdir. Hangi tekrar bizi insan yapıyor, hangisi kalıba sokuyor? Hangisi bizi biz yapıyor, hangisi bizi bizden uzaklaştırıyor?

Düşünmeye devam edelim.