Tapınmak ile İbadet Arasındaki O Derin Uçurum
Tapınmak ile ibadet etmek arasındaki fark, ilk bakışta ince bir ayrım gibi görünür; ama derine inildikçe bu farkın bir uçurum olduğu anlaşılır. Bu fark, sadece insanla Tanrı arasındaki ilişkiyi değil, insanın kendi onurunu, düşünsel emeğini ve evrendeki yerini nasıl kavradığını da gösterir. Tapınmakta bir eğilme, bir susma, bir alma arzusu; ibadette ise bir duruş, bir fark ediş ve bir olma hali vardır. Gelin birlikte bu farkı biraz kazıyalım.
Tapınmak: Kirli Bir Mübadele, Kusurlu Bir Tanrı Tasavvuru
Tapınmak, sadece insanın kendini küçültmesi değil, aynı zamanda Tanrı’nın da büyüklüğünü bu küçülme üzerinden inşa ettiği kusurlu bir ilişki biçimidir.
Tapınan insan, kendi zaaflarıyla, korkularıyla, çıkar beklentileriyle diz çöker. Ama asıl tuhaf olan, tapınılan Tanrı’nın da bu diz çöküşü sevmesi, hatta ona ihtiyaç duymasıdır.
Tanrı, bu ilişki biçiminde sürekli yüceltilmeyi ister.
Günde beş kere adının haykırılmasını, kendisi için kurbanlar kesilmesini, dostlar ve düşmanlar edinilmesini, ezberlenmiş kelimelerle dua edilmesini ve en önemlisi kendisinden korkulmasını bekler.
Buna karşılık sunduğu şeyler, bir mükâfat-ücret listesini andırır:
Altından ırmaklar, şaraplar, kadınlar, köşkler, zaferler, bağışlanma.
Bu bir ilişki değildir; bir mübadeledir.
Tapınan verir: övgü, itaat, kurban.
Tanrı verir: ödül, koruma, ayrıcalık.
Ne insan Tanrı’yı gerçekten tanır, ne Tanrı insana gerçek bir yüz gösterir.
Bu ilişki biçimi; yalnızca hayvanları değil, bazen şehirleri, bazen çocukları, bazen kendi iç sesimizi ve ruhumuzu ve aklımızı kurban etmeye kadar varabilir.
Bazen hakikati, bazen düşünmeyi, bazen sadece susup bakmayı bile kurban ederiz.
Tapınmak; düşüncenin, sorumluluğun ve özgürlüğün askıya alındığı bir teslimiyettir.
Ve ne yazık ki bu teslimiyetin hem tapınan hem tapınılan tarafında bir kir vardır.
Görkemli tapınaklar inşa ederken, içimizdeki onuru yıkarız.
İbadet: Sessiz ve Yalın Bir Tanıklık
İbadet etmek başka bir şeydir.
İbadet, talepsiz bir bakıştır.
Bir şairin geceler boyu bir mısra için yanıp tutuşmasıdır.
Bir fizikçinin bir denklem uğruna ömrünü adaması.
Bir çobanın sisli dağ başında saatlerce huşu içinde sisli tepelere bakarak evreni ve kendini dinlemesidir.
İbadet, Tanrı’yı yüceltmeye değil, varlığı fark etmeye dayanır.
O, bir tanıklık biçimidir: sessiz, sade, gösterişsiz.
Ne bağırır, ne talep eder.
Sadece varlığın ihtişamı karşısında durur.
Ve zaten ödülü de budur: huşu, hayret, sevinç, anlama arzusu.
İbadet, karşılıklı menfaatin değil, karşılıksız minnettarlığın ifadesidir.
“Ben sana taparım ki sen bana ver” değil,
“Ben seni anlıyorum, çünkü ben de senin içindeyim” diyen bir yaklaşımdır.
Tapınma – İbadet Karşıtlığı (Özet Tablo)
Tapınmak | İbadet Etmek |
---|---|
Talepkârdır | Şükredicidir |
Çıkar ilişkilidir | Varlıkla temellidir |
Sahte tevazu taşır | Gerçek bir alçalış ve hayret içerir |
Tanrı’dan ayrıcalık ister | Varlığın tasarımına ve ritmine hayran kalır |
Aşağılık kompleksi içerir | Onurlu bir kabullenme barındırır |
Korku temellidir | Huşu ve saygı temellidir |
Dışsaldır (tapınak, ritüel, gösteri) | İçseldir (hal, niyet, tanıklık) |
Zorunlu görünür | Özgürce doğar |
Sonuç: Bir Davet Olarak İbadet
Tapınmak, çoğu zaman korkunun, menfaatin ve yetersizlik duygusunun örgütlendiği bir ilişkiye dönüşür.
Bu ilişkide hem insan hem de Tanrı tasavvuru lekelenir.
İnsan, kendi iç değerini yok sayarak dışsal bir kudrete yaranmak ister; Tanrı ise, kendisine yarananlardan hoşlanan bir otoriteye indirgenir.
Bu, insanın da Tanrı’nın da şeyleştiği bir zemin yaratır.
Oysa ibadet böyle değildir.
İbadet, bir ihtiyaç değil, bir çağrıdır; bir emir değil, bir yankıdır.
İçten doğar, dışa taşmaz.
Kendini ispat etmek için değil, kendini unutmak için yapılır.
Ne korku temellidir ne ödül merkezlidir.
İbadet, evrende olup bitene karşı sessiz ve dikkatli bir tanıklıktır.
Bir bulutun gölgesine, bir sesin titreşimine, bir çocuğun bakışına, bir matematik denklemine, bir dizenin ahengine kulak vermektir.
Ve bunu yaparken insan ne küçülür ne büyür; sadece yerine oturur.
Evrenle aynı hizaya gelir.
İbadet, huzurun, hayretin, sükûnetin ve merakın mekânıdır.
Orada yarış yoktur, kıyas yoktur, başkalarının gözü yoktur.
Orada sadece sen, varlık ve o sonsuz sorudur.
“Hayret, bilgeliğin başlangıcıdır.”
— Sokrates
Ve belki de ibadet, sadece budur:
Hayretle başlayan ve insanı sessizce iyiliğe doğru eğen bir yolculuk.
Yorum gönder