Tetikleyenler: Türkiye’de Şiddetin Görünmeyen Failleri
Bir kadının duruşu, bir liderin sesi, bir toplumun kırılgan öfkesi üzerine bir anlama ve yorumlama denemesi
“İnsan kendini, ne yaptığını ya da başkalarının onun sayesinde ne hale geldiğini fark etmeyecek kadar toplumun akışına bırakınca…”
— Hannah Arendt
Metronun kapısında duruyordu. Kalabalığın akışını, insanların geçişini engelleyen bir biçimde. Belki farkında değildi, belki umursamıyordu. Ama oradaydı; görünüşte pasif, ama etkisi aktifti. Yanından iki çocuğuyla geçmek isteyen bir baba, kadını uyardı: “Burada durulur mu?” Cümle sade, niyet açık, ama toplum yorgun. Kadın bir şeyler söyledi, baba da. Derken sahneye iki “genç” çıktı; babanın ağzını burnunu kırdılar. Şiddet oldu. Herkes yumrukları konuştu. Ama ben başka birini, başka bir şeyi merak ediyorum:
Peki bu şiddeti ne tetikledi?
Toplumlar bazen öyle bir noktaya gelir ki suç, yalnızca el kaldıranla sınırlı kalmaz. Suçun failleri görünmezleşir, ama etkileri derinleşir. Bir kadın, bir duruş, bir suskunluk, bir kayıtsızlık… Bazen bir cümleye, bazen bir bakışa siner kötülük. Fiziksel saldırıyı başlatmaz ama ruhsal zeminini örer. İşte o zaman devreye girer “pasif suç ortakları.”
Bu yazı, metrodaki bir kadının pasifliği üzerinden, toplumsal şiddet kültürünün hem bireysel hem siyasal bileşenlerini çözümlemeye çalışan bir yorumlama denemesidir.
- Kamusal Görgünün Eksikliği ve Pasif Saldırganlık
Bir metropolde yaşamak, sadece apartmanlarda oturmak demek değildir. Kamusal görgüyü bilmek demektir. Kaldırımdan nasıl yürüneceğini, sıraya nasıl girileceğini, başkasının alanına nasıl saygı gösterileceğini bilmek… Ortak yaşamın görünmeyen kuralları vardır. Ve bu kurallar çiğnendiğinde, ceza mahkemesi değilse de ruhsal cehennem devreye girer.
Kadının metronun kapısında durması, belki onun gözünde önemsizdi. Ama başkasının zihninde, tüm bu görgüsüzlüğü temsil eden bir simgeye dönüştü. O simgeye atılan bakış, yıllardır birikmiş öfkeyi uyandırdı. Çünkü biz her an patlamaya hazır bir toplumuz. Kızgınlığımızı içimize atar, bastırır, biriktiririz. Sonra bir kıvılcım yeter. Bir uyarı. Bir omuz. Bir kelime. Ve volkan patlar.
- Şiddetin Fetişleşmesi: İzlemek, Onaylamak, Haz Duymak
Şiddet bizim için yalnızca bir problem değil, aynı zamanda bir haz aracıdır. Bu hazdan utanırız ama vazgeçmeyiz. Kavga videolarını izleriz, linç kültürünü destekleriz, ekran başında adalet dağıttığımızı sanırız.
Bu haz, psikolojide bastırılmışın geri dönüşüdür. İçimizdeki aşağılanmışlık, değersizlik, öfke ve hınç, “hak etti” diyebileceğimiz bir yüz arar. O yüzü bulduğumuzda, artık vicdan sessizleşir. Saldırganlık haklılık kisvesine bürünür. Yani biz çoğu zaman şiddeti ahlaksızlıkla değil, gizli bir adalet duygusuyla ilişkilendiririz.
Kadının duruşu bu yüzden tehlikelidir. Çünkü sadece fiziksel bir engel değil, bir semboldür. Toplumda semboller kolay değişmez, ama hızla hedef haline gelir.
- Siyasal Dilin Tetiklediği Toplumsal Öfke: Erdoğan Örneği
Bir ülkenin lideri yalnızca ekonomiyle, dış politikayla, yasayla değil; aynı zamanda toplumun duygu düzeniyle de ilgilidir. O liderin sesi, elleri, kaş çatışı; toplumun bilinçdışına işler.
Erdoğan, bu anlamda, bir siyasal figürden çok daha fazlasıdır. Sesi, şiddetin normalleştiği bir çağın fon müziğidir. “Ananı da al git” dediği gün, kamusal şiddetin lisanı da değişmiştir. O gün devlette başlayan dilin dönüşümü, sokakta tokat olarak kendini göstermiştir. Siyasi hırsızlıklar, hukuksuzluklar da sadece etik kriz yaratmaz, aynı zamanda halkın ruhsal yapısını da değiştirir. “Madem yukarıda böyle, ben de kendimce cezayı keserim” diyenlerin çoğalması tesadüf değildir.
Şiddet artık yalnızca bireyler arasında değil, siyaset ve toplum arasında da yaşanır. Liderin her hakareti, bir vatandaşın içindeki kırgınlığa meşruiyet sunar. Çünkü yukarısı böyle yapıyorsa, aşağısı neden yapmasın?
Sonuç: Zincirin Halkaları
Her şiddet olayının üç ayağı vardır: tetikleyen, vuran ve alkışlayan. Metrodaki kadın, babaya saldıran gençler ve bunu sosyal medyada izleyip haz duyan kitle. Her biri bir zincirin halkasıdır. Bu zinciri kırmak, sadece polisin işi değildir. Kültürel, siyasal ve psikolojik bir mücadele gerektirir.
Toplumsal görgü yeniden inşa edilmeden, siyasal dil barışa dönmeden, psikolojik şiddet arzumuzla yüzleşmeden hiçbirimiz güvende değiliz.
Çünkü her birimizin içinde bekleyen bir kırılganlık, bir öfke, bir fetiş var.
Ve biz o fetişi her gün biraz daha büyütüyoruz.
Yorum gönder