“Türk Arıyorum” Değil, İnsan Arıyorum
Bazen bir şiir düşer önümüze. Abdurrahim Karakoç’tan mesela. “Türk’ün öz yurdunda Türk arıyorum,” der. Der ama sanki derin bir sızıdan değil de, kör bir ısrardan söz eder gibi. Haksızlığa, hukuksuzluğa, zulme değil de; etnisiteye, soy kütüğüne, kan rengine öfkelidir.
Şiirin ana derdi nedir bu? Namuslu insan mı arıyor? Hukuka bağlı, adil, vicdanlı bir insan mı? Hayır. Türk arıyor.
Benim meselem burada başlıyor işte.
Ben Kadıköy’de çalışırken Gezi sürecinde bir korteje denk gelmiştim. Sloganlar, pankartlar, yürüyüşler… Derken bir grup, Erdoğan’ın Gürcü oluşunu dillendirmeye başladı. Gürcü olduğu için kötüymüş. Türk olsaymış yapmazmış gibi. Bununla ilgili kitaplar yazıldı, videolar çekildi, propagandalar yapıldı.
Durdum. Öylece kaldım.
Çünkü bu mantık, Erdoğan’a değil, bana çarpıyordu.
Gürcüyüm. Bu ülkede doğdum, büyüdüm. Çocukluğumun suları bu toprağın derelerinden aktı. Türkçeyi ana dilim bildim. Ama işte olmadı. Ne yaparsam yapayım, ne kadar iyi olursam olayım, kötü olan her şeyin faili “benim gibiler” oluverdi.
Çünkü kötülük varsa, Türk değildir.
Çünkü yanlış yapan bir asker, polis, bürokrat, siyasetçi varsa; hemen fısıltı başlar:
“Zaten o da Laz’dı.”
“O Gürcü çıktı ya.”
“Annesi Arapmış.”
Ama iyilik Türk’ün tekelindedir. Temizlik, adalet, namus, dürüstlük… Bunlar hep “Türk olmakla” özdeşleştirilir.
Bu nasıl bir akıl, nasıl bir vicdan?
Peki soruyorum: Kim devşirme?
Bu toprakta kim gerçekten “öz”?
Gürcüsü, Lazı, Çerkesi, Kürdü, Arabı, Ermenisi, Rumu, Boşnağı, Pomakı… Bu coğrafyada yaşayan herkes, bin yıllık bir karışımın, bir yürüyüşün parçası. Kanlar karışmış, diller karışmış, mezarlıklar, türbeler, yemekler, türküler karışmış.
Kim devşiriyor kimi?
Biri çıkıp kendini “esas unsur”, diğerlerini “devşirme” ilan ediyor. Ne kadar kolay değil mi? Hayatı bir soy kütüğüne indirgemek, ahlakı bir etnisiteye yüklemek, kötülüğü “ötekine” havale etmek…
Sahi, neden bir kötülük olduğunda “Türk’tür” denmiyor?
Çünkü Türk, bu hikâyede hep melek. Hatalar hep diğerlerine ait. Türk olan, yalnızca şanlı olanı miras alır. Kötülük ya devşirmeden gelir, ya sonradan bozulmadan.
O zaman şunu da söyleyelim açıkça:
Eğer hâlâ inatla o “öz Türk’ü”, “safkan” olanı arıyorsan,
Yanlış yerdesin.
Bu topraklar karışıktır. Bu ülke melezdir.
Saflık peşindeysen, o zaman 6 bin kilometre öteye gitmen gerekir:
Taşkent’e, Almatı’ya, Bişkek’e, Ulanbatur’a…
Orada belki bulursun o hayalini.
Ama unutma:
Orada da insan ararsan bulursun, Türk değil.
Çünkü mesele zaten soy değil,
insanlıktır.
Bu öyle sinsi bir üstünlük hissi ki, onunla mücadele etmeden ne adalet olur, ne eşitlik, ne de bir arada yaşama hevesi.
Ben bu yüzden o gün orada — ilk defa — AK Partili olmaya ciddi ciddi karar verdim. Çünkü karşımdakilerin “muhalefeti”, benim varoluşuma düşmanlık içeriyordu. Erdoğan’a değil, Gürcü oluşuna öfkeliydiler.
Benim gibi olanların, benim gibi hissedenlerin, benim gibi bu ülkeye tutunanların “hakiki yurttaş” sayılmadığı bir anlayışa karşıydı bu öfkem.
O günden beri tek bir şey söylüyorum:
Türk’ü bulunca ne yapacaksın?
İnsan arıyorum, desen olmaz mı?
Eşit yurttaş ara.
Emeğe, ahlaka, hukuka, yaşama hevesine inanan insan ara.
Kimlik kartına değil, kalbine göre konuşan insan ara.
Türk olmasına gerek yok. Gürcü olabilir. Kürt olabilir. Arap olabilir.
Ama adil olsun.
Ahlaklı olsun.
Merhametli olsun.
Soyuyla değil, duruşuyla konuşsun.
Çünkü bu topraklara hakikat lazım. Saflık değil.
Edit: Bu şiir Abdurrahim Karakoç abiye ait diye yanlış biliniyormuş. Bunu Abdurrahman Karakoç’un oğlu Enderhan’a sormuşlar. O da babasının olmadığını doğrulamış. Şiir Hacıbey Özbay ‘a aitmiş.
Yorum gönder