YARA
“İnsanın kendisine karşı dürüst olmayı bırakmasıyla başlar çürüme.”
— Søren Kierkegaard
Bu cümle, yalnızca bir felsefi tespit değil, iç dünyada başlayan bir felaketin ilk habercisidir. Kendine dürüst olmamak, insanın en temel ruhsal bağını, yani vicdanını inkâr etmesidir. Bu inkâr, dış dünyanın beklentileriyle uyum uğruna başlar; ancak sonuçta kişi, kendisini içten içe tüketen bir yalanın içinde yaşamaya mahkûm olur. Bu yalan, ruhsal bir çürümenin başlangıcıdır.
Kindarlık, bu çürümenin ilk semptomudur. Çünkü kindar insan çoğunlukla haklı kalmak isteyen ama içten içe haksızlığını bilen kişidir. O iç çatışmayı bastırmak için dışa saldırgan, kibirli ve bencil bir maske takar. Çünkü en çok kendine kızgındır.
“Öyle ki artık iç sesi yalnızca işine geldiğinde konuşur.”
Bu, içsel adalet duygusunun bozulmasıdır. İnsan artık yalnızca işine yarayan hakikatleri duyma noktasına gelir.
Doyumsuzluk burada baş gösterir. İç sesi susturulmuş bir insan, artık dış dünyadan gelen her şeyi ölçüsüzce ister. Ne kadar çok elde ederse etsin, hep eksiktir. Çünkü iç sesin yokluğunda, hiçbir “gerçek” yeterli gelmez.
“Böyle biri, dış dünyada hep haklı olmak ister; çünkü iç dünyasında kaybetmiştir.”
İçte yitirilmiş olan onur, adalet ve huzur; dış dünyada onay, üstünlük ve zafer arayışıyla telafi edilmeye çalışılır. Ne var ki bu çaba boştur. İçte yıkılmış bir ruhun dışta inşa edeceği her yapı zaten çarpıktır.
Kibir bu çarpıklığın maskesidir. Ve bencillik, yalnızca kendini koruma değil, aynı zamanda başkasına güvenememenin de bir sonucudur.
“Doyumsuzluğu, hiçbir gerçeğin ona yetmemesindendir.”
Artık hakikatin kendisiyle bile bağı kopmuştur. Gerçek, doyurmaz. Başarı yetmez. Sevgi ulaşmaz. Çünkü içinde hâlâ kapanmamış, sürekli kanayan bir yara vardır.
“Ve kindarlığı… işte o, bir zamanlar inandığı şeylerin enkazından kalan öfkenin adıdır.”
Bu cümle, çürümenin en içteki katmanına işaret eder. Kindarlık, sadece karşıya yöneltilmiş bir nefret değil; aynı zamanda geçmişte inanılmış, uğruna umut edilmiş değerlerin yıkımı karşısında hissedilen büyük bir kırılmadır.
Bu insan artık sadece insanlara değil, Tanrı’ya, hayata, kaderine de öfkelidir.
“İnsan, aşılması gereken bir şeydir.”
— Friedrich Nietzsche
Kierkegaard’ın teşhis ettiği çürüme, Nietzsche için bir çağrıdır: ya yıkılacaksın ya da kendini aşacaksın. İçteki çöküş bir son değil, bir başlangıçtır. Nietzsche’nin “üstinsan”ı bu çöküşü yadsımaz; aksine onu sahiplenir, ateşle arınır.
Kindarlık, Nietzsche’ye göre, zayıf olanın icadıdır. Kendi iç karmaşasını çözemeyen, dış dünyayı suçlar. Bencillik, güç değil, korkunun eseridir. Ve kibir, özgürlüğün değil, zincirlenmişliğin başka bir biçimidir.
Simone Weil bu yara tarifini daha da derinleştirir. Onun felsefesinde acı, insanı dönüştüren en asli kuvvettir.
“Gerçek acı, benliğin ilgasıdır. Ama bu ilga, en yüksek sevginin koşuludur.”
— Simone Weil
Weil’e göre hakikat, ancak acıdan geçerek kavranabilir. Doyumsuz insan, hiçbir şeye bağlanamaz çünkü içindeki boşluğu inkâr eder. Kibirli insan, gerçeği değil kendi yansımasını arar. Ama acıya bakabilen, onunla kalabilen insan için dönüşüm mümkündür.
Weil’in gözünde, en büyük sevgi, acının inkârı değil, ona şefkatle bakabilmektir. Yaraya gözünü kırpmadan bakmak, merhametin ilk adımıdır.
MERHEM
İyileşme, yara inkâr edilerek değil; ona dürüstçe bakılarak başlar. Çünkü acı, insanı parçalar gibi görünse de, aslında onu saflaştırır. Yaraya gözünü kırpmadan bakabilen, kendisini yeniden kurmaya hazırdır.
Nietzsche der ki:
“Kendini yenen, her şeyin üstesinden gelir.”
Bu cümledeki “yenmek” bir zafer çığlığı değil, içsel bir teslimiyet ve irade sentezidir. Kendi karanlığını tanıyan kişi, artık onu dışa kusmaz. Onu dönüştürür. Bu yüzden ilk merhem, dürüstlüktür.
Kierkegaard’ın dediği gibi çürüme içe karşı yalanla başlıyorsa, iyileşme de tam tersine, içe karşı dürüstlükle başlar. Bu dürüstlük, insanın kendi yetersizliklerine, çelişkilerine, kırılmalarına karşı açık olmasını gerektirir. Zor olan budur — ama dönüşümün tek yoludur.
İkinci merhem: suskun sabırtır.
Simone Weil, hakikatin “sessizlikte” duyulabileceğini söyler. Çünkü hakikat, gürültülü zihinlerin değil, yara taşımayı göze alanların kulaklarına fısıldar.
Weil’e göre acı, dayanılması gereken bir şey değil, görülmesi gereken bir şeydir. Onun üzerine konuşmadan, onu süslemeye kalkmadan. Çünkü ancak bu suskun kabullenme, kişiyi sevgiye hazırlar.
“Sevgi, benliğin çözülmesiyle doğar.”
— Simone Weil
Üçüncü merhem: kendini aşma iradesidir.
Nietzsche’nin üstinsanı kibirli değil, aksine hafiflemiş biridir. Kendini tanımış, ağırlıklarını görmüş ve artık onları taşımanın değil, bırakmanın vaktinin geldiğini anlamıştır. Bu kişi hâlâ yara taşır, ama artık onun kölesi değildir.
Merhem, o yarayı inkâr etmek değil; onu taşırken zarif kalabilmektir.
Bu zarafet, dışa karşı değil, içe karşıdır. Acı, kibiri yıkar. Sabır, bencilliği çözer. Dürüstlük, kindarlığı susturur.
Ve nihayet, bir cümleyle özetlenirse:
İyileşmek, hakikatin acısını inkâr etmeden onunla birlikte yaşamayı öğrenmektir.
Yorum gönder