YAŞIN ONTOLOJİSİ: ESKİ Mİ, ANTİKA MI?
“Bütün kırılmalarım bir bütünlüğe hizmet etti. Ben, eksiklerimle tamamlandım.”
— Rubikon
Bu çok katmanlı soruya felsefi perspektiften yaklaşınca, “eski” ve “antika” kavramları bizi zaman, değer, anlam ve hafıza gibi temel felsefi konulara götürür. Bu iki kavramın felsefi anlamda nasıl farklılaştığını ve bizi hangi düşünsel alanlara yönlendirdiğini anlamaya çalışalım:
- Zamanın Doğası ve Varlığın Geçiciliği (Heidegger, Bergson)
Eski: Varlığın zaman içinde yıpranması, yani zamanın aşındırıcı etkisiyle yüz yüzedir. Heidegger’in “zaman içinde fırlatılmış varlık” düşüncesiyle ilişkilendirilebilir. Eski olan, artık “şimdi”ye ait değildir.
Antika: Zamanın aşındırıcı değil, yoğunlaştırıcı etkisidir. Bergsoncu anlamda, antika olan şey, saf sürenin bir tortusudur — geçmiş, şimdiyle birlikte yoğun bir anlam taşıyarak var olur.
- Değer ve Anlamın Kaynağı (Nietzsche, Benjamin)
Eski: “Değeri artık kalmamış” olan, güncel faydasını yitirmiş şeydir. Nietzscheci anlamda “değerin çöküşü”nün bir sembolüdür.
Antika: Walter Benjamin’in “aurası” kavramıyla düşünülürse, antika nesne, özgünlüğü ve tarihî konumuyla bir tür auraya sahiptir. Geçmişin izlerini taşımasıyla, bir tür “zamanın kutsallığı”nı temsil eder.
- Hatırlama ve Unutma (Platon, Ricoeur)
Eski: Unutulmaya yüz tutmuş olandır. Hafıza tarafından dışlanan ya da artık çağrılmayan bir izdir.
Antika: Hatırlamanın seçilmiş nesnesidir. Platon’un anamnesis (hatırlama) kavramıyla ilişkili olarak, antika olan şey bir tür “bilgeliği” ya da geçmişin hakikatini saklayan nesnedir. Paul Ricoeur’ün “hafıza ve unutma” ikilemi burada çok işe yarar: Antika, hatırlanması gereken şeydir.
- Varlığın Estetikle Yoğunlaşması (Adorno, Baudrillard)
Eski: İşlevi tükenmiş, artık dolaşımdan çıkmış nesne. Tüketim toplumunun gözünde değersizleşmiş.
Antika: Adorno’ya göre estetik özerklik taşır. Baudrillard’a göre ise simülakr evreninde, antika nesne artık “gerçek” geçmişin yerine geçen bir göstergedir — yani bir tür nostalji pazarlamasıdır.
Sonuç olarak:
Eski, zamanın etkisiyle değersizleşmiş bir kalıntıdır.
Antika, zamanın etkisiyle anlam kazanmış bir anıta dönüşür.
Bu iki kavramı modern insanın kendilik deneyimi üzerinden de tartışabiliriz:
Bu, hem varoluşçu felsefenin hem de modern psikolojinin çok ilgi çekici bir kavşağına götürür bizi.
Yaşlanmak = Eski Olmak mı?
Günümüz kültüründe yaşlılık çoğu zaman bir eski-yeniden ibaret dünya içinde “eski olmak”la özdeşleştirilir. Tıpkı kullanılmayan bir eşya gibi, birey yaş aldıkça üretkenliğini, görünürlüğünü ya da toplumsal cazibesini yitirdiği varsayılır. Bu durum özellikle kapitalist tüketim kültüründe çok barizdir: İnsan “performans” gösteremiyorsa artık “kullanım dışı”dır.
Bu bakış açısı, Heidegger’in “Das Man” yani sıradan insan algısıyla da örtüşür. Kendi özgün varoluşunu gerçekleştiremeyen kişi, toplumun normlarıyla yaşlanır — ve yaşlılık, sadece geçmişte kalmak haline gelir.
Olgunlaşmak = Antika Gibi Değer Kazanmak mı?
Buna karşılık, yaş almayı bir tür antikalaşma süreci olarak görmek, hem bireyin kendiyle hem de zamanla kurduğu ilişkiyi dönüştürür. Burada olgunlaşma, sadece yılların geçmesi değil, o yıllarla birlikte anlamın derinleşmesidir.
Bu anlamda yaşlılık:
Bilgelik taşır (Platon’un “filozof kralları” örneği),
Tarihsellik taşır (Benjamin’in “anıların yükünü taşıyan özgün varlık” anlayışı),
Ve özgünlük taşır (Nietzsche’nin “kendin ol” buyruğu).
Antika bir nesne gibi, yaş almış insan da zamanın içinde özünü yitirmemişse, geçmişin bilgisini bugünde taşıyorsa — o kişi, sadece “eski” değil, “nadide”dir.
Kierkegaard ve Nietzsche’den Bir Not
Kierkegaard, yaşlanmayı kendini unutma riskiyle ilişkilendirir. Hayatın anlamı sorgulanmadıkça yaş, sadece tekrar eden günlerdir.
Nietzsche ise yaşla gelen bilgeliği değil, yaşla gelen üstinsan potansiyelini önemser: “Hayatına sanat eseri gibi davran” der. Antika da budur zaten: Yaşanmış zamanın sanata dönüşmüş hâli.
Yorum gönder