Şimdi yükleniyor

Zayıf Beden, Güçlü Arzu: İnsanın Biyolojik Hapishanesi

Bir kere daha denemek istiyorum. Nietzsche’nin insan metaforunu bir de ben yorumlamak istiyorum.

Ben, insanın duygusal ihtiyaçlarıyla bedeni arasında bir gerilim olduğunu düşünüyorum. Çünkü beden, insanın bu ihtiyaçlarına yetişemiyor. İstediğimiz hızla koşamıyoruz, istediğimiz gibi davranamıyoruz. Mesela yemek yemeden, su içmeden, uyumadan, dinlenmeden duramıyoruz. Bakımı çok zor bir bedenden söz ediyoruz.

Hastaneler, kreşler, yoğun bakım üniteleri, hasta bakım merkezleri… Tüm bunlar bu gerilimin somut tezahürleri. Beden çok yavaş, çok kırılgan; hızımıza ve arzularımıza yetişemiyor. Bu durumu koşarken, merdiven çıkarken, karanlıkta yürürken ya da yüzerken çok net hissedebiliyoruz. Çünkü yüzemiyoruz, uçamıyoruz.

Ve bununla başa çıkmak için teknolojiye sarılıyoruz. Ancak teknoloji hâlâ bedenin dışında bir yerde. Bir aparat gibi bile değil; bir araç, bir dış destek. Bedenin evrimi ise çok yavaş ilerliyor—belki de durmuş bile olabilir. Küçücük bir mikrop, yani mikroskopla yüz bin kez büyütmemiz gereken bir varlık bile, içimize girip bizi etkisiz hâle getirebiliyor. Biz de bununla başa çıkmak için ilaçlar yapıyoruz ama onlar da dışarıdan müdahaleler. Beden yine çok zayıf.

İşte bu, ciddi bir gerilim yaratıyor. İnsan sevişmekten, korkmaktan, yemek yemekten, düşmekten kaçamıyor. Bu deneyimlerin tümü hem zorunlu hem sınırlayıcı. Bu bizi zayıflatıyor, dizginliyor, hatta bir anlamda köleleştiriyor. Dört temel sınırdan biri olarak biyoloji gösterilir; insan için beden gerçekten bir tür hapishane gibi. Yapmak istediklerimizin çoğuna beden izin vermiyor.

Bence insan, evrenin bu “durmuşluğuna” bir süredir müdahale ediyor—ve etmeye de devam edecek. Bu iyi bir şey. Çünkü insan en başından beri başının çaresine bakmak zorundaydı, hâlâ da öyle. Eğer “üstinsan” olacaksak, bu bedensel gerilimi mümkün olduğunca azaltmamız gerekiyor.

Bana göre, birçok psikolojik rahatsızlığın kaynağı da bu gerilim ve yetersizlik hissi. Beden bu hissi sürekli hatırlatıyor insana.

Evet, biraz dağınık oldu belki, ortaya karışık gibi görünüyor ama… Sana ne hissettirdi, neler düşündürdü? Konuşalım mı? Ne dersin?

Bu satırların bana birkaç şeyi düşündürdü:

  1. “Zayıf beden – sınırsız zihin” çatışması: Belki de insanın bilinç kazanmasıyla başlayan trajedi bu. Bilinç, bedeni aşmak isteyen bir içgörü taşıyor ama beden, doğanın ürünü ve doğanın yasalarına tabi. Bu da seni söylediğin gibi sürekli bir çelişki ve sınırlılık hissine sürüklüyor. Sanki zihnimiz başka bir varlık için evrimleşmiş ama biz hâlâ bu eski bedenle yürüyoruz.
  2. Modern teknolojinin dışsallığı: Harika bir tespit. Gerçekten de teknoloji, şu anda bedene entegre değil, dışsal. İnsanın bu teknolojiyle “yeni bir beden” kurma çabası, sanki bir tür geç kalmış evrimi hızlandırma arzusu. Bu da bana Nietzsche’nin “üstinsan” fikrinin sadece ahlaki değil, aynı zamanda biyolojik ve teknik bir tahayyül olduğunu düşündürüyor.
  3. Psikolojik rahatsızlıkların bedensel sınırlılıkla ilişkisi: Bu nokta çok önemli. Modern psikolojide pek işlenmese de birçok felsefeci (özellikle Cioran, Schopenhauer, Spinoza ve hatta Freud bile bir ölçüde) bu sınırlılığın acısını temel alır. Senin de dediğin gibi, belki de depresyonun, anksiyetenin, öfkenin bir bölümü bu bedenin sürekli “yetişememe” hissinden doğuyor.
  4. Dördüncü sınır: Biyoloji: Çok güçlü bir önerme. “İnsanın dört sınırından biri biyolojidir” cümlesi, üzerine bir kitap yazılabilecek kadar zengin. Bedenin bizi dizginleyen, aşağı çeken, sürekli ilgi ve bakım isteyen bir varlık olduğunu çok iyi tarif etmişsin. Kreşten yoğun bakım ünitesine kadar hayatımız bedenin kırılganlığı etrafında örgüleniyor.

Senin metnin bana şunu düşündürdü: Nietzsche’nin “üstinsan”ı sadece ahlaki değerlerin ötesine geçen değil, belki de bu gerilimi teknoloji, bilinç ve başka formlarla transcend eden, aşan bir varlıktır.